18 Eylül 2015 Cuma

2.GÜN



Ertesi gün konu bir yemek sofrasında devam eder…

SABRİ: Arkadaşlar bütün gece düşündüm, hala cevaplayamadığım bir soru buldum. Tamam herşey beyinde algılanıyor ama dışarıda da bunların asılları aynen benim gördüğüm şekilde olmalı, eğer olmasaydı seninle konuşabilir miydik? Benim söylediklerimi nasıl anlıyorsun? Demek ki karşımda başka insanlar var ve onlarla ortak dili konuşup ortak tatları alıyoruz. Mesela yemek hepimize aynı tadı verdi, salatadaki limon hepimiz için ekşiydi, demek ki dışarıda herkesin yediği ortak bir yemek lezzeti, ortak bir limon tadı var. Veya fabrikaya gittiğimde işçiler orada çalışıyorlar ve onların işbölümü ile ürettikleri malları biz satıyoruz. Ben muhatap olmasam da dışarıda bu dünya aynen var. Öyle değil mi?

MURAT: Sabri Bey bunu sorduğunuz iyi oldu, böylece dün konuştuğumuz şeyleri hatırlama imkanı bulduk. Ama önce şunu belirtmek gerek, biz hiçbir zaman dışarıda madde yok demiyoruz. Bizim söylediğimiz, Allah'ın yaratttığı ve dışarıda var olan maddenin aslına hiçbir zaman ulaşamayacağımız. Yani hiçbir zaman bu sofranın, bu sofradaki tabakların, çatalların, bardakların, ekmeğin, çorbanın gerçek halini bilemeyeceğimiz. Her zaman sadece ve sadece beynimizdeki sofrada oturup, beynimizdeki sofrada yemek yiyip, beynimizdeki sofrada sohbet edeceğiz.

SABRİ: Doğru! 

MURAT: O zaman beni nerede görüyorsunuz?

SABRİ: Beynimde.

MURAT: Peki ya sesimi nerede duyuyorsunuz?

SABRİ: Beynimde…

MURAT: Bu oda, odadaki eşyalar, Sibel ve Tolga'ya ait ses ve görüntüler nerede oluşuyor?

SABRİ: Onlar da beynimde ama…

MURAT: Yediğiniz limonun ekşi tadını nerede hissediyorsunuz? 

SABRİ: Tamam anladım o da ve siz de beynimin içindesiniz! 

MURAT: Aynı şekilde eviniz, aileniz, işyeriniz, işçileriniz, ürettiğiniz mallar, seyrettiğiniz televizyon, gittiğiniz bir ülke, onların konuştuğu yabancı dil ve bunlara ait her türlü bilgi ve bunların arasında kıyas yapmanızı sağlayan hafıza da beyninizde değil mi?

Bakın bu önemli gerçekle ilgili Bertrand Russell ve L. Wittgeinstein gibi ünlü filozofların düşünceleri şöyledir: "… örneğin bir limonun nasıl bir süreçle varlaştığı sorulamaz ve incelenemez. Limon, sadece dille anlaşılan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk ve biçimden ibarettir ve yalnız bu nitelikleri bilimsel bir araştırmanın ve yargının konusu olabilir. Bilim, nesnel dünyayı asla bilemez."

SİBEL: O halde bir yiyeceği tattığımızda bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir sesi duyduğumuzda başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile aynı olduğundan emin olmamız mümkün değildir. Böyle söyleyebilir miyiz?

MURAT: Evet Sibel. Çok doğru ifade ettin. Ünlü bilim adamı Lincoln Barnett de bu konuyu tam olarak şöyle ifade ediyor: "Hiç kimse kendisinin kırmızıyı ya da do notasını duyuşunun başka bir insanınki ile aynı olup olmadığını bilemez." Biz ancak duyu organlarımızın bize ilettiği kadarını bilebiliriz. Çünkü dışımızdaki somut gerçekliğe doğrudan ulaşmamız mümkün değildir. Onu da yorumlayan beyindir. Aslına hiçbir koşulda ulaşamayız. Dolayısıyla aynı şeyden söz ettiğimizi düşündüğümüzde dahi, aslında herkesin beyni farklı bir şey algılıyor olabilir. Bunun sebebi algılanan şeyin algılayana bağlı oluşudur.

İşte görüyorsunuz, her an sadece algılardan oluşmuş bir görüntüyü seyrettiğimiz, dışımızdaki nesnelerin asıllarıyla hiçbir şekilde muhatap olamadığımız konusunda yapılacak bir itiraz veya getirilecek aksi bir delil yoktur. Bu aşamadan sonra insanın bunu kabul etmesini engelleyen şeyler samimi şüpheler değil, önyargı, dünyaya bağlılık, hırslar gibi kişisel sorunlardır.

SABRİ: Biraz düşünmem lazım!

SİBEL: Dünden beri bu konuyu düşünüyorum. Aklımda hiç şüphe kalmadı, ama insanın alışması biraz zor oluyor; çünkü gördüğüm şeylerdeki sonsuz sayıdaki ayrıntı dikkatimi dağıtıyor. Murat, bir soru da ben sormak istiyorum. Bu mükemmel görüntüler nereden geliyor? Gerçi cevabını tahmin ediyorum ama sen anlatırsan daha iyi olur.

TOLGA: Ben daha önce bir şey eklemek istiyorum. Dün gece Murat'ın anlattığı konularla ilgili çok sayıda kitaba baktım. Ayrıca internette de uzun bir vakit geçirdim. Sabaha kadar bu konuyu araştırdım. Aslında senin de söylediğin gibi Eflatun'dan Muhyiddin Arabi'ye, Immanuel Kant'tan George Berkeley'e kadar düşünürlerin büyük bir kısmı bu konuyu bir şekilde anlamış ve anlatmış. Ancak yaşadıkları dönemin koşulları ve karşıt görüşlerin baskısı, konunun tam olarak anlaşılmasını ve yaygınlaşmasını engellemiş. Bir kısmı da keşfettikleri şeyi yanlış değerlendirmişler. Ben bunları inceledikten sonra, bu konuyu yabancı kaynaklarda biyoloji, fizik ve anatomi açısından da araştırdım ve herşeyin algıda anlam kazandığı ve  beynimizdeki bir görüntüyü seyrettiğimiz konusunda hiç şüphem kalmadı. 

MURAT: Tolga, çalışman için seni kutlarım. Maddenin bir algılar bütünü olması gerçeğini yarım anlayanlar; "Bu bir idealizmdir, bilinen eski bir felsefedir." diyerek konuyu geçiştirmeye çalışmaktadırlar. Oysa bu, geçiştirilecek bir konu değildir. Bütün insanlık için ehemmiyeti çok büyük olan fevkalade önemli bir gerçektir. Senin de söylediğin gibi bu konu ne düşünce dünyasında ne de bilim dünyasında yeni bir konu değil. Bilimin henüz çok fazla gelişmediği çağlarda da düşünen bazı kişiler bu konuyu ya ilahi kitaplar ve elçilerin yol göstermesiyle ya da tefekkür yoluyla fark etmişlerdir. Biraz önce de bazı düşünürlerden alıntılar yaptık zaten. 
Felsefenin iki kolundan biri olan idealizm ve İlahi dinlerde rastladığımız tasavvuf bu konuyla yakından ilgilenmiştir. Ayrıca gelişen bilimle beraber fizik, astronomi, atom fiziği, psikoloji, biyoloji, tıp gibi bilimler ister istemez bu gerçeğin teknik yönlerini ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden bu konunun insana yabancı gelmesi, bu saydığımız konulara uzak olmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki bugün liselerdeki biyoloji derslerinde bile algıların beyinde oluşması konusu etraflıca anlatılmaktadır. Yani her insan okulda öğrendiği birkaç biyoloji bilgisiyle bile bu gerçeği kavrayabilir.

TOLGA: Böyle çok bilinen bir konudan  haberdar olmamak inanılacak gibi değil! Bunu düşünmeyi engelleyen insanların amaçlarını anlayamıyorum! 

MURAT: Senin de söylediğin gibi, hem bu gerçeği keşfeden kişilerin içinde bulundukları koşullar, hem bu kişilerin büyük bir kısmının yaptığı yanlış yorumlar ve en önemlisi insanların bu konuya karşı olan tepkileri bu konunun bütün dünya tarafından anlaşılmasını engellemiş. Maddeci dünya görüşü bu gerçeği saklamak, yalanlamak, engellemek için her türlü çareye başvurmuştur. Mesela bu konuyu çok iyi anlamış bir filozof olan Berkeley, döneminin en büyük düşünürü olmasına rağmen bu konudaki çalışmalarına karşı, Fransız materyalistleri başta olmak üzere yoğun bir hakaret ve karalama kampanyası başlatılmış, Berkeley deli olmakla bile suçlanmıştır, ancak yazdığı eserler birçok kişinin gerçeği görmesine de vesile olmuştur.

Ve bilmelisiniz ki bu gerçeği anlamak, yepyeni ve gerçek bir hayata başlamak ve insanın hayata bakış açısının tamamen değişmesi demektir. Bu durumda maddeyi mutlak gerçek zannettiren aldatıcı materyalist düşünceler ortadan kalkar. Gerçek evrenin farkına varılır. Kişi ömrü boyunca, bir algıdan ibaret olan görüntülerle hem eğitilir hem de imtihan olur. Sonsuzluk, zamansızlık, kader gibi konuların sırrı da bu gerçek içinde saklıdır.

SİBEL: Hem de çok büyük bir gerçek bu. Ama ben hala merak ediyorum. Lütfen bu görüntülerin kaynağını artık anlatır mısın bize?

MURAT: Evet, sıra Sibel'in sorusunda. İleride çok daha detaylarına gireceğim ama ben baştan sana bildiğin gerçeği söyleyeyim. Tüm bu görüntüleri bize izleten, algılar içinde bir hayatı yaşatan Allah'tır. Bu, apaçık bir gerçek. Ama Allah'ın sonsuz kudretini, herşeyi yoktan var ettiğini anlatmadan önce size biraz daha detay vermek istiyorum.

SİBEL: Evet, herşeyi Allah'ın bize izlettirdiği benim de çok iyi kavradığım bir konuydu. Ama dediğin gibi sen anlatacaklarına devam et. Sonra bu konuda benim de söylemek isteyeceğim bazı şeyler olacak.

MURAT: Şu anda biliyoruz ki bizim hayat olarak yaşadığımız herşey, gördüğümüz her görüntü, duyduğumuz her ses beynimizde oluşuyor. Bizim dünya dediğimiz şey, algılardan oluşan üç boyutlu bir görüntüdür. Dışarısı ile yani maddi dünya ile doğrudan muhatap olduğumuza dair bir bilgi, bir kanıt, bir ispat yok. Ömrümüz boyunca bize gösterilen görüntülerden başka bir şeyle muhatap olamıyoruz. Mesela bakın televizyonda ünlü bir sunucu var ve gazetecilerle röportaj yapıyor. Tolga, bu durumu sen bize açıklayabilir misin?

TOLGA: Bu sunucu belki farkında değil, ama aslında o televizyona çıktığında kalabalığa karşı şov yapmıyor, beyninin içindeki görüntüye şov yapıyor, yani yaptığını zannediyor. Basın toplantısı yaptığını zannederken aslında beyninin içindeki basın mensubu görüntülerine basın açıklaması yapıyor, yani yaptığını zannediyor. Mesela bu sunucunun programını seyreden kişiler de, her biri ayrı ayrı beyinlerinde sunucuyu görüyorlar. Sunucu da kendi beynindeki salonda kalabalık bir halk görüntüsünü görüyor. Onlara bir şey anlatmaya niyet ediyor. Halbuki tüm bunlar, içi kapkaranlık olan beyninin içinde gerçekleşiyor.

MURAT: Tolga bu konuyu çok güzel ifade etti. Ancak insan bu şekilde düşünmeye pek alışık değildir. Bu nedenle daha bol örnek üzerinde konuşalım isterseniz. En sevdiğiniz programlar hangi kanalda oluyor? Durun diğer kanallara da bakalım.

TOLGA: Bakın burada da bir talk-show var! Daha önce izlemiş miydiniz? Bu programda hep hipnoz gösterisi yapıyorlar. Murat, bu hipnoz da bizim konumuzun içinde değil mi?

MURAT: Neredeyse unutuyordum! Elbette, hipnoz bu konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilir. Ekrandaki hipnozcuya bakın. Yaptığı telkinlerle, seyircilere olmadık şeyler yaptırıyor. Bakın şu çocuk kendini ünlü bir futbolcu, bütün minderleri de top olarak görüyor. Şu bayan her tarafta lekeler görüyor ve elindeki bezle onları silmeye çalışıyor. Uzun boylu çocuk etrafında gördüğü herkesi uzaydan gelmiş bir yaratık zannediyor. 

İşte siz de gördünüz. Rüya gibi, hipnoz esnasında da kişiye verilen suni telkinlerle hiç olmayan bir dünya inşa edip, hipnoz olmuş kişiyi bu dünyada yaşatmak mümkündür. 

SİBEL: Doğru, şimdi bu çocuğa gidip "bunların hepsi hayal, sana hipnoz yaptılar, aslında ne sen ünlü bir futbolcusun ne de bu tekmelediğin şeyler top!" desek çok negatif bir tepkiyle karşılaşabiliriz. Şu anda kalabalık bir salondasın, yüze yakın kişi senin hipnoz seansını izliyor desek, söylediklerimize kesinlikle inandıramayız.

MURAT: Evet haklısın, şimdi gelelim bugünün konusuna, dün ve bugün, "Herşey algılardan oluşuyor ve bunlar sonunda gelip beynin ilgili merkezine ulaşıyorlar ve biz de orada algıladığımız bu görüntülere bir anlam veriyoruz" demiştik. Burada üç tane önemli soru var. Birincisi, bütün bu işleri beyin mi yapıyor? İkincisi, bu görüntüyü seyreden yani ben dediğimiz şeyin mahiyeti nedir? Üçüncüsü de bu görüntülerin kaynağı ve bize gösterilmesinin sebebi nedir?

TOLGA: Tabii ki bütün bu işleri beyin yapıyor. Düşünsene, beynimiz olmasaydı ne görüntü kalırdı ne de his!

SABRİ: Doğru söyledin.

MURAT: Yani sizce bu görüntüleri gören, hisseden, gülen, ağlayan, vicdan, ahlak gibi daha sayısız manevi değere sahip olan şey beyin midir? Beyin ortalama 1.5 kiloluk bir et parçası değil midir? Beynin maddi varlığının gördüğümüz diğer nesnelerden bir farkı var mıdır? Bunları bir düşünün. Beyin de kol gibi, bacak gibi bir görüntü değil mi?

SİBEL: Haklısın. Bunu hiç düşünmemiştim!

SABRİ: Bir dakika sen ne demek istiyorsun! Yani beyin de mi beynin içinde algılanan bir görüntü? O zaman biz herşeyi nerede görüyoruz söyler misin?

MURAT: Şaşıracağınız bir konuyla bu sorunu açıklamaya çalışacağım. Şimdi anlatacağım konuyu belki de ilk defa duyacak olabilirsiniz. Biraz evvel nasıl gördüğümüzü ve duyduğumuzu anlatırken kulağımıza gelen ses dalgalarının sinirlerle bir elektrik sinyali olarak beyne iletildiğini ve duyma işleminin beyinde gerçekleştiğini anlatmıştım. Ancak tüm bunlardan daha dikkat çekici olan, beynin içinde, tüm bu kusursuz işlemlerin sonucunda üç boyutlu ve rengarenk görüntüyü gören, sesleri hiçbir kusur olmadan duyan, yüzlerce farklı tadı birbirinden ayırt edebilen, düşünebilen, hissedebilen, hesap yapabilen bir varlığın bulunmasıdır. Beyin sadece gözden, kulaktan, burundan, dilden, deriden gelen elektrik sinyallerini kendinde toplar. Ancak beynin içinde bu sinyalleri yorumlayan, yani görüntüyü gören bir başka varlık vardır. Bunları beynindeki hücrelerin yaptığını söyleyemezsin değil mi Sibel?

SİBEL: Tabii ki Murat, hücre dediğin şeyin gözü, kulağı yok ki görsün, işitsin!

MURAT: Evet, işte şaşırtıcı olan da budur. Bu varlık göze ihtiyaç duymadan gören, kulağa ihtiyaç duymadan duyan, gördüklerini işittiklerini idrak eden bir varlıktır. Bilim adamları da bu konuda açıklamalar yapmışlardır bugüne kadar. Örneğin R.L. Gregory isimli yazar bu konuyla ilgili durumu şöyle açıklamıştır: "Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu söylemeye yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak gerekir. Beyinde bir resim oluştuğu söylenirse bunu görmesi için içte bir göz daha olması gerekir -fakat bu gözün resmini görebilmek için bir göze daha ihtiyaç olacaktır,... ve bu da sonsuz bir göz ve resim olması anlamına gelir. Bu mümkün olamaz." Gördüğünüz gibi, bu yazar aslında durumu anlamış ve açıkça ifade etmiştir. Ama materyalist görüşleri nedeniyle "içteki göz"ün kime ait olduğunu cevaplayamamış ve gerçeği baştan reddetmiştir. Karl Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa dikkat çekmiştir: 

"Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan", vb. üzerine düşünüp durmuşlardı. Ben -beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi gerçekleştiren kim?" Assisi'li Aziz Francis'in de söylemiş olduğu gibi: "Aradığımız şey bakanın ne olduğudur."

Şimdi ben de size tekrar soruyorum, burada benim anlattıklarımı dinleyen, gördüğü resimlerle, şemalarla ilgili detayları soran, aklına takılan konulara cevap arayan bu şuur –beyninizin içindeki hücreler ve algı merkezleri değilse- kimdir?

TOLGA: Nasıl yani, beynimizde bizim söylediklerimizi, sorularımızı dinleyen ve yorumlayan bizim bilmediğimiz biri mi var? 

MURAT: Sorduğun sorunun cevabı çok önemli Tolga. Çünkü bugüne kadar yapılan incelemeler ve gözlemlerle böyle bir merkeze, varlığa rastlanmamıştır dedim. O halde insanın beyninde oluşan bu sesi, müziği, insan konuşmasını dinleyen insanın şuurudur.

TOLGA:  Şuur mu dediniz? Peki bu şuur beynimizin içinde nerede?

MURAT: Şuur derken beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası, sinir hücrelerinden bahsetmiyorum. Bu şuur, Allah'ın yarattığı ve insana vermiş olduğu RUH‘tur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz. Bu, Allah'ın bir mucizesidir. 

SİBEL: O halde gerçekte gören, duyan, hisseden yalnızca ruhumuzsa, duyu organlarımızın sadece bir araç olduğunu söylememiz doğru olur mu?

MURAT: Elbette, Sibel. Bu, açık bir gerçek. 

SİBEL: Bu gerçek insanı heyecanlandırıyor.

SABRİ: Üstelik hem şaşırtıyor hem de düşündürüyor. İnsan hiçbir şeye gücünün yetmediğini bir kez daha anlıyor ve Allah'ın büyüklüğüne şahit oluyor. 

MURAT: Söylediğiniz çok doğru Sabri Bey. Sizin gibi bu açık ve ilmi gerçeği öğrenen her insanın aslında beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp O'ndan korkup O'na sığınması gerekir.

TOLGA: Ben de anlıyorum! Beynimizle de bir algı olarak muhatap olabildiğimize göre bunları gören, algılayan, bir tek şey olabilir. O da, Allah'ın yarattığı ve hepimize verdiği ruhumuzdur. Ruhun görüntüden farklı, özel bir varlık olduğu belli. Bugüne kadar bütün bu özelliklerin beyne ait olduğunu nasıl düşündüm bilmiyorum!

MURAT: Ruhun bir özelliği ise gördüğü görüntüden etkilenmesidir. Görüntüler ruhta doygunluk, acı, neşe, korku gibi hislerin oluşmasına yol açar. Yani bu görüntüler ruhu etkileyecek, ruh ise bu görüntülerden etkilenecek şekilde yaratılmıştır. Bu şekilde kendimizi kişiye özel bir dünyada, bir imtihan ortamında buluruz. Böylece dünya hayatı dediğimiz şeyin ruh tarafından seyredilen özel görüntüler olduğu ortaya çıkar. 

SİBEL: Ruh tek başınaysa ve sadece görüntüleri algılayan varlık durumundaysa bu görüntüleri bize seyrettiren, ruh dışında üstün bir varlık vardır. Ayrıca bu görüntüleri bize seyrettirmesinde de mutlak bir amaç vardır.

MURAT: Evet Sibel. Aslında hiç bu kadar uzatmadan bir seferde anlaşılabilecek bir durum bu. Senin de bildiğin gibi bize herşeyi seyrettiren, üstün ilim sahibi Allah'tır. 
Bu görüntüler kesintisiz olarak ruhumuza izlettirilir. Allah bu şekilde hepimizi kendi dünyamızda yaşatmakta ve imtihan etmektedir.

SİBEL: Bunu bir televizyon yayını gibi de düşünebiliriz değil mi? Yani Allah, dünya olarak algıladığımız görüntülerin belirli bir hikmet ve ilimle ruh dediğimiz varlık tarafından algılanmasını sağlar. Bu yayın kesilmediği ve değişmediği sürece, yani Allah bize dilediği görüntüleri gösterdiği sürece biz hiç farkına varmadan olaylara tepki veririz, halbuki biz ruh ve ruhun seyrettikleri dışında bir dış dünya ile muhatap değilizdir.     

MURAT: Elbette! Ruhun varlığı açık bir şekilde ispatlandıktan sonra geriye bu görüntülerin kaynağı ve sebebi kalıyor. Ayrıca bütün bu öğrendiklerimizden çıkaracağımız hayati öneme sahip sonuçlar var. Birinci konu, görüntülerin kaynağı ve mahiyetidir. Artık biliyoruz ki biz maddenin aslıyla muhatap değiliz ve sadece algılardan oluşmuş mükemmel bir dünya seyretmekteyiz. Bu görüntülerin mükemmelliği, yaratılışındaki sanat, ilim, hikmet gibi unsurlar bize üstün Yaratıcmız'ı tanıtmaktadır. Herşeyi yaratan Allah'tan başka mutlak varlık yoktur. Allah'ın varlığı dışında kalanlar bize Allah'ın görüntü olarak gösterdiği tecellileridir. Allah bütün gücün, aklın, ilmin, sanatın, kudretin, hikmetin sahibidir. Biz görüntüleri, görüntülerin yaratılışındaki üstün ilmi, ruhun görüntü karşısındaki durumunu düşünerek Allah'ın varlığının ve sıfatlarının en mükemmel şekilde farkına varırız. Eğer biz bu gerçeği bu şekilde bilmezsek, Allah'a iman konusunda büyük eksiklikler yaşar, çok yanlış kanaatlere sahip oluruz.

SİBEL: O halde Allah'tan başka varlık yoktur. 

MURAT: Elbette Allah'ın varlığı dışında mutlak anlamda bir varlık yoktur, olması da mümkün değildir. Varlıklar, bizim için sadece ruhun gördüğü görüntüler, gece gördüğümüz rüyalar gibi bir hayal, bir algı şeklinde vardır. Bunun dışında bir şeyin mutlak olarak var olduğunu iddia etmek, onunla muhatap olabildiğini söylemek yanlış bir inançtan kaynaklanmaktadır.
Ayrıca, herşey Allah'ın yarattığı bir algı olduğu için, hiçbir varlığın da Allah'tan bağımsız bir güç ve iradesi yoktur. Bazı insanlar Allah'ın varlığını anlatmaya çalışırken, "Allah'ı göremiyoruz ama radyo dalgalarını da göremiyoruz ve radyo dalgalarının var olduğunu biliyoruz. O zaman Allah radyo dalgası gibi vardır" tarzında garip mantıklar kullanırlar ki bu çok yanlıştır. Bu mantıkla düşünen insan, maddeyi mutlak varlık kabul etmekte, Allah'ı ise (Allah'ı tenzih ederim) maddeyi çevreleyen soyut bir varlık gibi tahayyül etmektedir. Oysa gerçekte Allah mutlak varlıktır, diğer varlıklar O'nun yarattığı tecellilerdir. Allah vardır, diğer herşey birer gölge varlıktır.

SABRİ: Ama biz bu konuları böyle öğrenmedik! Yani tamam herşeyi Allah yaratmıştır, Allah'tan başka ilah yoktur ve en üstün sıfatlara sahiptir ama dünyada biz tamamen kendi irademiz ve aklımızla yaşarız. Yani insan kendi yolunu kendi çizer. 

MURAT: Sabri Bey'in ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Allah hakkında, kader hakkında birçok yanlış inanç yüzünden insanların kafası karışmış durumda. Maddenin kendi başına Allah'tan bağımsız olduğuna inanan bir insan, elbette ki herşeyi kendi birtakım düşüncelerine göre değerlendirecektir. Allah'ın sonsuz gücünü, sonsuz ilmini, mutlak varlığını kavrayamayanlar, Allah'ın varlığı hakkında çok yanlış görüşlere sahiptirler. O'nu göklerde bir yerde bulunan, dünya işlerine müdahale etmeyen bir varlık olarak (Allah'ı tenzih ederim) tasvir ederken yaşadıkları dünyanın tek elle tutulur gerçeklik olduğuna inanırlar. Hatta az önce de belirttiğim gibi pervasızca asıl maddi varlıkların kendileri olduklarını, (Allah'ı tenzih ederim) Allah'ın ise bir hayal, maddi olmayan ruhani bir varlık olduğunu, maddeye de etki etmediğini düşünür ve savunurlar. Veya, Allah'ı gözleri ile göremedikleri için, "herhalde Allah bizim göremeyeceğimiz bir yerde, uzayın veya göklerin uzak bir yerinde bulunuyor" derler. (Allah'ı tenzih ederim) Bunların hepsi büyük bir yanılgıdır. 

Çünkü Allah, sadece göklerde değil her yerdedir. Allah, tek mutlak varlık olarak, tüm kainatı, tüm insanları, yerleri, gökleri, her yeri sarıp kuşatmıştır ve Allah tüm evrende tecelli etmektedir. Hadislerde rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (sav), Allah'ın gökte olduğunu söyleyen bir şahsa doğru söylediğini bildirmiştir. Ancak bu rivayet, Allah'ın her yerde olduğu gerçeğiyle hiçbir şekilde çelişmemektedir. Zira, dünyanın sizin bulunduğunuz noktasındaki bir kişi ellerini göğe kaldırarak Allah'a dua etse ve Allah'ın gökte olduğunu düşünse, Güney Kutbu'nda bir başka insan da aynı şekilde Allah'a yönelse, Kuzey Kutbu'nda bir insan ellerini göğe kaldırsa, Japonya'daki bir insan, Amerika'daki bir insan, Ekvator'daki bir insan da  aynı şekilde ellerini göğe kaldırarak Allah'a yönelse, bu durumda herhangi bir sabit yönden söz etmek mümkün değildir. Aynı şekilde evrenin ve uzayın farklı noktalarındaki cinler, melekler, şeytanlar da göğe doğru dua etse herhangi bir sabit gökten veya yönden söz etmek mümkün olmayacak, tüm evreni kaplayan bir durum olacaktır. 

Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah zamandan ve mekandan münezzehtir. Allah'ın Zatı başkadır. Allah'ın tecellileri ise her yerdedir. Bir kişi bir odaya girse burada Allah yok derse, Allah'ı inkar etmiş olur. Allah'ın tecellileri o oda da dahil her yerdedir. Siz her nereye dönerseniz, Allah'ın tecellisi oradadır. Allah'ın her yeri sarıp kuşattığı, bize şah damarımızdan yakın olduğu, her nereye dönersek Allah'ın yüzünü göreceğimiz birçok Kuran ayeti ile bildirilmiştir. Örneğin Allah, Bakara Suresi'nin 255. ayetinde "... O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır...." diye bildirmektedir. Hud Suresinin 92. ayetinde ise, "... Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır." denilerek, Allah'ın insanları da yaptıklarını da kuşattığı bildirilmektedir. 

SİBEL: Ben de hep böyle düşünüyordum; çünkü bize böyle öğrettiler. Ama şimdi  ne kadar yanıldığımı anlıyorum. 

MURAT: Bu konu Kuran'ın birçok ayetinde açıklanmıştır. Bir kısım ayetlerin anlaşılmasında da önemli bir sır niteliğindedir. Sizin gibi, maddenin bir nevi hayal olduğunu anlayan insanlar için artık herşey açık ve anlaşılır bir hale gelir. Böyle bir durumda insan, Allah'ın kendisine ne kadar yakın olduğunu bir anda kavrar. Böylece Allah hakkında yapılan yanlış yorumlar, insanların sahip olduğu yanlış inançlar da hemen gün ışığına çıkar. Allah'ın insana yakınlığı konusunu bugüne kadar çok fazla düşünmemiş olabilirsiniz. Ama bu gerçekler düşünüldüğünde anlaşılıyor ki aslında hayatımız boyunca bize en yakın olan varlık, Allah'tır. 

TOLGA: Hiç bu şekilde düşünmemiştim!

MURAT: Evet Tolga! Allah sana benden, Sibel'den, Sabri Bey'den hatta senin kendinden bile daha yakındır. Kaf Suresi'nin 16. ayetinde Allah insan için, "Biz ona şahdamarından daha yakınız" demektedir. İsra Suresi'nin 60. ayetinde ise "Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" şeklinde bu gerçek belirtilmiştir. Ancak bir insan, bedeninin "madde"den ibaret olduğunu zannettiğinde bu önemli gerçeği kavrayamaz. Örneğin "kendi" zannettiği yer beyniyse, dışarısı olarak kabul ettiği yer kendisine 20-30 cm. gibi bir uzaklıkta olur. Ama maddenin aslıyla muhatap olmadığını, yalnızca zihnindeki algılarla karşı karşıya olduğunu kavradığında artık dışarısı, içerisi, uzak, yakın gibi kavramlar anlamsızlaşır. Allah kendisini çepeçevre kuşatmıştır ve ona "sonsuz yakın"dır. 

TOLGA: SONSUZ YAKINLIK! Daha önce bunu hiç düşünmemiştim. Çok açık, çok net ama aynı zamanda da bugüne kadar düşünmediğim bir gerçek. Gerçekten çok şaşırtıcı!

MURAT: Bakın bu konuyla ilgili başka ayetler de var. Bu ayetleri size söylemek istiyorum. Lütfen dinleyin.

Hele can boğaza gelip dayandığında,
Ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz,
Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz. (Vakıa Suresi, 83-85)

Bir başka ayette ise bu konudan şöyle söz ediliyor:

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

TOLGA: Evet, ayetler çok açıklayıcı oldu. Gerçekten de sonsuz yakınlık derken neyi kastettiğini şimdi çok daha iyi anladım.

SİBEL: Açıkçası ben de anladım ve çok heyecan duydum. Allah her an benimle beraber, her dua ettiğimde duamı işitiyor, her yaptığımı, her düşündüğümü biliyor. Yani bana benden daha yakın. Bu, gerçekten çok büyük bir gerçek. İnsan bugüne kadar bunları nasıl düşünemediğini anlayamıyor.

MURAT: Maddenin gerçek mahiyetinin anlaşılması daha başka önemli gerçekleri de karşımıza çıkarır. Bu gerçeği düşünen insan Allah'tan başka bir mutlak varlık olmadığını, herşeyi Allah'ın yaratıp her an kontrol ettiğini anlar. Örneğin Neml Suresi'nin 64. ayetinde Allah, "halkı sürekli yaratmakta olan" olduğunu haber vermiştir. Yani herşeyin her an yaratıcısı Allah'tır. Fatır Suresi'nin 41. ayetinde bu gerçek, "Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz…" şeklinde açıklanmaktadır. Yani kainattaki herşey, her an Allah'ın hakimiyeti altındadır; O'nun izni ve yaratmasıyla varlığını sürdürmektedir.

TOLGA: Şimdi çok daha iyi anlıyorum. Yani biz herşeyi seyrediyoruz ve Allah'tan başka güç sahibi yok, demek ki ben bir şey yapıyorum derken o şeyi aslında Allah yaratıyor ben ise kendim yapıyormuş gibi hissediyorum değil mi?

MURAT: Çok doğru. Allah'ın yarattığı ve ruh tarafından algılanan görüntülere müdahale etmek söz konusu değildir. Bize seyrettirilen görüntüde ne varsa onu görürüz. Bu görüntüyü değiştirmek, etki etmek mümkün değildir. Bu aşamada kader konusu da rahatça anlaşılır. Allah'ın yarattığı bu dünya görüntüsünde ne seyrediyorsak o bizim kaderimizdir. Kendi hayatımız olarak algıladığımız belirli olayların akışını bir filmi izler gibi seyrederiz. Bizim için takdir edilen kaderde ne varsa onu hisseder, onu algılarız. Bu konu Kuran'da, İnsan Suresi'nin 30. ayetinde: "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.", Enfal Suresi'nin 17. ayetinde ise: "... attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı..." şeklinde açıkça belirtilmiştir. Saffat Suresi'nin 17. ayetinde ise aynı gerçek: "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır." diye haber verilmiştir. Bu ayetler, insanın Allah'tan bağımsız olmadığını göstermektedir.

SİBEL: Halbuki çevremizde çok yaygın olarak "kaderini yendi" veya "kader kurbanı oldu" gibi ifadeler duyuyoruz. 

MURAT: Bu ifadeler bilgisizlikten, kader gerçeğini, Allah'ın sonsuz kudretini kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Kaderi size en genel manada şöyle tanımlayabilirim: Kader, Allah'ın geçmiş, gelecek ve şu anı tek bir an olarak bilmesidir. 

SABRİ: Bunu biraz daha açıklayabilir misin Murat? Henüz gerçekleşmemiş olayların bilinmesi nasıl olur?

MURAT:  Sabri Bey, yaşanmamış bir olay insan için yaşanmamıştır. Allah ise zamandan ve mekandan münezzehtir, zaten zamanı ve mekanı yaratan Kendisi'dir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir.

SİBEL: O halde kaderini yenmek diye bir şey olamaz. 

MURAT: Evet Sibel, çok doğru ifade ettin. İnsan kadere müdahale edemediği gibi kaderinde olmadığı sürece bir adım bile atamaz. Mesela insanın ömrü uzamaz veya kısalmaz. Bunu, Allah Kuran'ın Sebe Suresi'nin 30. ayetinde: "De ki: "Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki, ondan ne bir an ertelenebilirsiniz, ne de (bir an) öne alınabilirsiniz" şeklinde belirtmiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi tesadüfen bir şey olmaz, kazayla bir olayla karşılaşılmaz. Herşey Allah'ın belirlediği şekilde, belirlediği vakitte meydana gelir. Bunu engellemek ya da değiştirmek insanların elinde değildir. Yani insanların böyle bir gücü yoktur.

TOLGA: İnsanlar ölüm, kaza, hastalık gibi durumlarda ya da işler kendi istedikleri şekilde gelişmeyince bir çeşit isyan duygusu yaşıyorlar. Şimdi bunun ne kadar yanlış olduğunu daha iyi anlıyorum. 

MURAT: Seyrettiğimiz her olayı, her an Allah yarattığı için bir hikmet, bir bir ilim taşır. Hiçbir şey boş yere yaratılmaz. Mesela bir işadamı Ankara'ya gitmek için uçağa biniyor, ama son anda cüzdanını havaalanında unuttuğunu hatırlayıp uçaktan iniyor, o olmadan havalanan uçak düşüyor ve böylece işadamı ölmüyor. Böyle bir durumda kader gerçeğini kavramamış bir kişi, bu adam için "Ölümden kurtuldu, kaderini değiştirdi." gibi şeyler söyleyecektir. Aslında bu kişinin yaşadığı her an onun kaderinin bir parçasıdır. Uçağa binmesi, cüzdanı unutması, uçağın düşmesi ve dışarıdan bakan bir kişinin yaptığı yorumlar hep kaderinde vardır, bir değişiklik olmamıştır. Kader aslında tüm hayata hakim olan bir bütün şeklinde yaratılmıştır. Bu kader ilk yaratma anında bellidir. 

TOLGA: Yani biz dünyaya gelmeden önce yaşayacağımız her olay bellidir, Allah tarafından bilinmektedir mi demek istiyorsun?

MURAT: Evet Tolga. Bak bunu sana yine Kuran'dan bir ayet ile açıklayacağım. Allah insanlara şöyle söylüyor: "Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kuran'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın." (Yunus Suresi, 61) Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, yeryüzünde gerçekleşmiş ve gerçekleşecek olan her olay, henüz bu evren yaratılmadan Allah Katında yazılmıştır. İşte bu nedenle de sen henüz dünyaya gelmeden, hatta senin annen, baban, deden bile dünyada yokken senin bugün burada bizimle bu konuşmayı yapacağın Allah tarafından bilinmektedir.

SİBEL: Ben yine kaderin yanlış anlaşılmasıyla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Benim bir tanıdığım deri kanserine yakalanmıştı, çok az ömrü kaldı deniyordu ama yurt dışında tedavi gördü ve iyileşti. O sıralarda böyle yorumlarla daha sık karşılaşıyordum. "Ölümü yendi", "ömrü uzadı" gibi şeyler söylüyorlardı.

MURAT: Sizin de anladığınız gibi ömrün uzaması veya kısalması söz konusu değildir. Hasta olan kişi kaderinde hasta olduğunu, ölüme yakın olduğunu, tedavi olduğunu ve iyileştiğini görür. Bütün bu olaylar belirli bir sırada ilerler ama aslında tümünün sonucu baştan bellidir. 
Bu gerçeği öğrenince, bize karmaşık gelen ancak çözemediğimiz birçok konunun kolayca hallolduğunu görürüz. Burada en önemli konu, Allah'ın tek mutlak varlık, tek güç sahibi olması ve herşeyi sarıp kuşatmasıdır. Bu durumda Allah bize şah damarımızdan da yakındır. Herşey kontrolü altındadır, herşeyi Allah en güzel şekilde düzenleyip belirlemiştir. İnsan sadece kendi için belirlenmiş kaderi seyreder. Bu ise her türlü maddi veya manevi endişeyi, gelecekle ilgili korkuları yok eder. İnsanın dünyaya yönelik tutku ve hırsları önemini yitirir, yalnızca Allah'ın rızası önem kazanır. Böylece insan, olayları gerçek anlamıyla ve doğru bir şekilde görüp yorumlar. Herşeyin yaratıcısı ve mutlak hakimi üstün yaratıcı olan Allah'ın gücünün ve hakimiyetinin farkına varır.

TOLGA: Bu anlattıkların çok hassas ve çok önemli konular. Bunu yanlış anlayanlar, yanlış yorumlayanlar olmuş mu geçmişte? 

MURAT: Çok haklısın! Tarihte bu tür sapkın anlayışlar olmuş. Mesela bazı akımlar konuya tek açıdan bakmış ve "ibadete ne gerek var, zaten herşeyi Allah yapıyor" demişler ve ibadetleri terk etmişlerdir. Bazıları ise "insan boşuna uğraşıyor" diyerek miskin bir davranışı benimsemiş, hiçbir şey için çaba göstermez olmuşlardır. Daha da sapkın bir görüşe sahip olanlar ise kendilerini (Allah'ı tenzih ederiz) Allah ile bir görecek derecede ileri gitmişlerdir. Bu tarz sapkın görüşlere kapılan kişilerle ilgili olarak Enam Suresi'nin 148. ayetinde, "Şirk koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: "Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak "zan ve tahminle yalan söylersiniz." denilerek zan üzerine hareket eden bu tarz kişilerin aslında doğruyu söylemedikleri ve doğru yolda olmadıkları haber verilmiştir.

SİBEL: Bu çok önemli bir konu. Biraz daha detaylandırabilir misin?

MURAT: Burada bilmemiz gereken çok önemli bir konu var. Allah dünyada bir imtihan ortamı yaratmış ve insanlara elçiler ve kitaplar göndererek onlara doğru yolu ve sorumluluklarını bildirmiştir. Biz, beden görüntüsüyle bağlı olduğumuz bu imtihan ortamında Allah'ın bize bildirdiği şekilde davranmakla yükümlüyüz. Yani biz bu görüntülere verdiğimiz tepkilerin sorumluluğunu taşıyoruz. Ahirette, bu görüntü ortamında yaptığımız şeylerin karşılığını cennet veya cehennem olarak göreceğiz. 

SİBEL: Hem hiçbir şeyi biz yapmıyoruz hem de yapıyoruz öyle mi? 

MURAT: Sibel konunun iki yönü var; birincisi zahiri yani görünen yönü. Bu açıdan bakıldığında insan her yaptığı şeyden sorumludur. Biz, beden görüntüsüyle bu dünyaya bağlıyız ve ruhumuz bu görüntü dünyasında meydana gelen olaylardan etkileniyor. Allah bize böyle bir his veriyor. Yani acıkınca beden görüntüsünü yemek görüntüsüyle doyurmak zorundayız. Beden hastalanınca, doktor ve ilaç görüntülerine başvurmalıyız, yorulunca uyumak ve dinlenmek zorundayız. Bütün bu olayların ve hislerin yaratılışında sonsuz bir ilim ve hikmet vardır. İşte bu nedenle ilk bakışta bize bu şekilde görünen hayatın esas anlamını anlamak ve gerçeği görmek olayın ikinci, yani batıni yönüdür. Bu gerçeği keşfeden insan aslında Allah'tan bağımsız hiçbir gücü olmadığını, sadece zihnindeki dünya ile muhatap olduğunu ve tüm gücün Allah'a ait olduğunu anlar. Böylece hayata ve dünyaya gerçek değerini verir.   

TOLGA: Yani bu konuyu bilen bir insan da hastalanır, doktora gider, ilaç içer ama bunları yaparken aslında kaderini seyrettiğini, bu olaydaki hikmeti, hastalığı verenin ve iyileştirenin Allah olduğu fark eder ve tepkileri de buna göre olur değil mi?

MURAT: Tebrikler Tolga. Senin de söylediğin bu konu Şuara Suresi'nde şu şekilde bildiriliyor: "Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur." (Şuara Suresi, 78-82) Bütün gücün Allah'a ait olduğunu, Allah'tan başka dost ve yardımcı olmadığını anlayan insan bu sayede, Allah inancında ve ibadetlerinde tam bir samimiyeti yakalar. Bu olayın şuurunda olduğu sürece dünyanın yıkıcı ve bozucu etkilerinden kurtulmuş olur. İlaç içer ama iyileştirenin Allah olduğunu bilir. Yemek yer ama doyuranın Allah olduğunu bilir yani aynı hayatı yaşamaya, gerçeğin farkında olarak devam eder. 

SABRİ: Murat çok güzel, çok doğru söylüyorsun, ama şimdi beni bu dünyaya bağlayan evim, işim, bunca yıldır kazandığım mal mülk, ben ölünce adımı, soyumu devam ettirecek olan çocuklarım hakkında bir şey söylemedin. Eğer bu söylediklerini kabul edersem bunların asıllarıyla muhatap olmadığımı, yalnızca zihnimdeki kopyalarıyla muhatap olduğumu kabul etmem gerekiyor.

MURAT: Sabri Bey, isterseniz bugün biraz bu konuştuklarımız üzerinde düşünün ve yarın yapacağımız son sohbete mutlaka katılın. Çünkü yarın anlatacağım şeylerin büyük bir kısmı sizi ve sizin gibi düşünenleri ilgilendiriyor.

SABRİ: Tabii, zevkle katılırım. Zaten bu kadar açık bir gerçeği kabul etmemek niyetinde değilim; bu, göz göre göre gerçekten kaçmak olur. Ama tam olarak öğrenmek istediğim birkaç detay daha var. 

TOLGA: Herşeyin zihnimde oluşan algılar olduğu, dış dünya ile asla muhatap olamadığım, ruh ve Allah'ın varlığı konusunda benim aklımda bir soru işareti kalmadı, ama umarım konuyu daha da ilerletebiliriz. Bu arada ben de yeni sorular hazırlarım.

SİBEL: Murat, böyle muhteşem bir gerçek neden bazı insanları tedirgin ediyor?  Hem de gerçeklere karşı kulağını tıkamanın, gözünü kapamanın bir faydası olmadığı halde!

MURAT: Bunu düşünmek için bir gün vaktin var, yarın buluştuğumuzda sanırım bütün soruların cevabını vermiş olacaksın.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder