18 Eylül 2015 Cuma

ÖNSÖZ = ÖNEMLİ BİR AÇIKLAMA MADDENİN ARDINDAKi SIR KONUSU, VAHDET-i VÜCUD DEĞiLDiR

UYARI

BU KITAPTA OKUYACAĞINIZ KONULAR, HAYATIN ÇOK ÖNEMLİ BIR SIRRINI IÇERMEKTEDIR. MADDESEL DÜNYAYA BAKIŞ AÇINIZI KÖKTEN DEĞIŞTIRECEK OLAN BU KONUYU, ÇOK DIKKATLI BIR BIÇIMDE VE SINDIREREK OKUMALISINIZ.


BURADA ANLATILACAK OLANLAR YALNIZCA BIR  BAKIŞ AÇISI, FARKLI BIR YAKLAŞIM VEYA HERHANGI BIR FELSEFI DÜŞÜNCE DEĞIL; DINE INANAN-INANMAYAN HERKESIN KABUL EDECEĞI, BUGÜN BILIMIN DE KANITLADIĞI KESIN BIR GERÇEKTIR.

Çeşitli eserlerimizde ayrıntılı olarak açıkladığımız "maddenin ardındaki sır" konusu, geniş bir okuyucu kitlesini etkilemiş ve bu kişilerin yaşadıkları hayat boyunca hiç farkında olmadıkları önemli bir gerçeği fark etmelerine vesile olmuştur. Bu, yeni bir felsefe ya da bir ideoloji değil, her insanın ister istemez içinde olduğu, yaşadığı, anlaşılması kolay, bilimin çeşitli alanlarında uzun yıllar önce ispatlanmış bir gerçektir. 

Bu gerçeği; "Allah'ın yarattığı madde dışarıda vardır, ancak biz maddenin sadece beynimizdeki haliyle muhatap oluruz. Dışarıdaki aslını ise hiçbir zaman bilemeyiz. Hayatımızı meydana getiren herşey ruhumuz tarafından idrak edilen bir algılar bütünüdür. Dünyamızı ve bütün varlığımızı anlamlı kılan şeyleri, kişileri, mekanları, olayları tıpkı bir rüya gibi, sadece görüntü olarak beynimizde algılayabiliriz, asılları ile muhatap olamayız" şeklinde özetlemek mümkündür. Samimi ve önyargısız bakan, derin düşünen bir insan kendisine bu konu anlatıldığında, bu büyük gerçeği kolay bir şekilde, kısa sürede kavramakta ve hayata geçirmektedir. 

Ancak, alışkanlıkların, küçüklükten itibaren öğretilen bilgilerin oluşturduğu önyargıların ve çevrenin negatif yönde verdiği telkinlerin etkisinde kalmış olan okuyucular olması da muhtemeldir. Bunu düşünerek, bu kitabı çeşitli soruları olan üç okuyucuyla yapılan bir sohbet tarzında düzenledik. Böylece okuyucuların anlamakta veya kabul etmekte zorlandığı aşamalar, günlük hayatta karşılaştığımız çeşitli olaylardan alınan güncel örneklerle açıklanmış oldu. Okuyucular bu şekilde evde, işte, okulda, televizyon karşısında, kısaca hayatın her aşamasında, öğrendiklerini daha kolay düşünme ve uygulama imkanı bulacaklardır.

Her okuyucunun aklına takılan olası soruları da kapsayan bu konuşmada, her insan için yaşamın Allah'ın ruhumuza izlettiği bir algılar bütünü olması, yaşadığımız hayatın bir nevi rüya gibi yaşanması, algılardan oluşan bu hayatın amacı gibi konulardaki sorulara cevaplar verilecek, gerçeği öğrenmek isteyen okuyucular bu konuda aradıkları cevapları bulacaklardır.

Gerçeklere samimi ve önyargısız olarak yaklaşan birçok kişinin yanında, gerçeği anladıkları, bildikleri halde kabul etmek istemeyen, bu gerçeği öğrenmenin getireceği sorumluluklardan kaçan kişiler de olacaktır. Bu yanlış görüşe sahip olanlar kitabı okuduklarında, gerçeklerden kaçarak, yalanlar ve hayaller üstüne kurulmuş bir dünyada yaşamayı kabullenmenin, aklı başında bir insan için ne kadar küçük düşürücü bir durum olduğunu daha iyi anlayacaklardır.
Unutulmamalıdır ki güzel olan gerçek olandır; bu yüzden gerçeklerden korkmanın ve kaçmanın hiçbir anlamı yoktur. İnsanın yepyeni bir bakış açısıyla, huzurlu ve mutlu bir hayata başlamak için samimi olarak biraz düşünmesi ve vicdanına başvurması yeterlidir. Kendini kandırarak hayallerin peşinden koşan insanlar, gerçeklerden kaçmak yerine, gerçeği anlamak ve öğrenmek için çaba gösterdiklerinde, aldatıcı bir dünyadaki sahte mutlulukların yerine, gerçek ve sonsuz bir mutluluğa kavuşmanın güzelliğini yaşayacaklardır.

ÖNEMLİ BİR AÇIKLAMA
MADDENİN ARDINDAKi SIR KONUSU, 
VAHDET-i VÜCUD DEĞiLDiR

Maddenin ardındaki sır konusu, bazı kişilerin itirazlarına neden olmaktadır. Sözkonusu kişiler, bu konunun özünü yanlış anladıkları için, bu konunun vahdet-i vücud öğretisi ile aynı olduğunu iddia etmektedirler.

Öncelikle şunu belirtelim ki, bu eserlerin yazarı ehl-i sünnet inancına sıkı sıkıya bağlıdır ve vahdet-i vücud öğretisini savunmamaktadır. Ayrıca unutmamak gerekir ki, vahdet-i vücud öğretisi Muhyiddin İbn Arabî gibi çok büyük İslam alimleri tarafından savunulmuştur.
Vahdet-i vücud düşüncesini anlatan birçok önemli İslam aliminin, geçmişte, bu kitaplarda yer alan bazı konuları tefekkür ederek anlattıkları doğrudur. Ancak bu eserlerde anlatılanlar vahdet-i vücud düşüncesi ile aynı değildir.

Örneğin vahdet-i vücud düşüncesini savunanların bir kısmı yanlış fikirlere kapılarak, Kuran'a ve ehl-i sünnet inancına aykırı bazı iddialarda bulunmuşlar; örneğin Allah'ın yarattığı varlıkları tamamen yok saymışlardır. Oysa, maddenin ardındaki sır konusu anlatılırken kesinlikle böyle bir iddiada bulunulmamaktadır. Bu konu, Allah'ın tüm varlıkları yarattığını, ancak yarattığı varlıkların aslını Allah'ın gördüğünü, insanların ise bu varlıkların beyinlerinde oluşan görüntülerini görebildiklerini açıklamaktadır.

Gördüğümüz tüm varlıklar, dağlar, ovalar, çiçekler, insanlar, denizler, kısacası gördüğümüz herşey, Allah'ın Kuran'da var olduğunu, yoktan var ettiğini belirttiği her varlık, yaratılmıştır ve vardır. Ancak, insanlar bu varlıkların asıllarını duyu organları yoluyla göremez veya hissedemez veya duyamazlar. Gördükleri ve hissettikleri, bu varlıkların beyinlerindeki kopyalarıdır. Bu ilmi bir gerçektir ve bugün başta tıp fakülteleri olmak üzere tüm okullarda öğretilen bilimsel bir konudur. Örneğin şu anda bu yazıyı okuyan bir insan, bu yazının aslını göremez, bu yazının aslına dokunamaz. Bu yazının aslından gelen ışık, insanın gözündeki bazı hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülür. 
Bu elektrik sinyali, beynin arkasındaki görme merkezine giderek, bu merkezi uyarır. Ve insanın beyninin arkasında bu yazının görüntüsü oluşur. Yani siz şu anda gözünüzle, gözünüzün önündeki bir yazıyı okumuyorsunuz. Bu yazı sizin beyninizin arkasındaki görme merkezinde oluşuyor. Sizin okuduğunuz yazı, beyninizin arkasındaki “kopya yazı”dır. Bu yazının aslını ise Allah görür.
Sonuç olarak, maddenin beynimizde oluşan bir hayal olması onu “yok” hale getirmez. Ancak bize, insanın muhatap olduğu maddenin mahiyeti hakkında bilgi verir, ki bu da maddenin aslı ile hiçbir insanın muhatap olamadığı gerçeğidir.

DIŞARIDA MADDE VARDIR, ANCAK BİZ MADDENİN ASLINA ULAŞAMAYIZ!

Madde hayaldir demek, madde yoktur demek değildir. Aksine biz görsek de görmesek de maddesel bir dünya vardır. Ancak biz bu dünyayı beynimizin içinde bir kopya -diğer bir deyişle algılarımızın yorumu olarak- görürüz. Dolayısıyla madde, bizim için hayaldir. Kaldı ki dışarıda maddenin varlığını, bizden başka gören varlıklar da vardır. Allah'ın melekleri, yazıcı olarak tayin ettiği elçileri de bu dünyaya şahitlik etmektedirler:

Onun sağında ve solunda oturan iki yazıcı kaydederlerken O, söz olarak (herhangi bir şey) söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. (Kaf Suresi, 17-18)

Herşeyden önemlisi, en başta Allah herşeyi görmektedir. Bu dünyayı her türlü detayıyla Allah yaratmıştır ve Allah her haliyle görmektedir. Kuran ayetlerinde şöyle haber verilmektedir:

... Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 233)

De ki: “Benimle aranızda şahid olarak Allah yeter; kuşkusuz O, kullarından gerçeğiyle haberdardır, görendir.” (İsra Suresi, 96)

Ayrıca unutmamak gerekir ki, Allah tüm olayları “Levh-i Mahfuz” isimli kitapta kayıtlı tutmaktadır. Biz görmesek de bunların tamamı Levh-i Mahfuz'da vardır. Herşeyin, Allah'ın Katında, Levh-i Mahfuz olarak isimlendirilen “Ana Kitap”ta saklandığı şöyle bildirilmektedir:

Şüphesiz o, Bizim Katımızda olan Ana Kitap'tadır; çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur. (Zuhruf Suresi, 4)

... Katımızda (bütün bunları) saklayıp-koruyan bir kitap vardır. (Kaf Suresi, 4)
Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın. (Neml Suresi, 75 )




GİRİŞ



"Maddenin ardındaki gerçek" konusu, aslında yeni keşfedilmiş, daha önce bilinmeyen bir konu değildir. Bu gerçek, Kuran'da bir kısım ayetlerde işaret edildiği gibi bazı ayetlerin daha iyi anlaşılmasında da önemli bir sırdır. Tarih boyunca, Allah'ın gönderdiği elçiler, derin düşünen salih müminler  bu gerçeği toplumlara açıklamışlardır. 

Yaptıkları bu açıklamalardan bir kısmına ait metinler günümüze kadar ulaşmıştır. Özellikle orjinal metinleri tahrif edilen hak dinlerin dejenerasyona uğramış farklı akımları, bu gerçeği bir sır olarak muhafaza etmek istemişlerdir. Dolayısıyla Musevilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin elde kalan metinlerinde de bu gerçeği bulmak mümkündür. Eski Yunan felsefecilerinden Pisagor, Elea okulu, özellikle "Mağara İdesi"yle Eflatun ve onları takip eden birçok düşünür bu konuyu bir yönüyle açıklamışlardır. Daha sonraki dönemlerde de bu konu, değişik görüş ve yorumlar altında, samimi olarak düşünüp gerçeğin farkına varmış kişiler tarafından anlatılmış ve öğretilmiştir. 

Maddeciliği yani tek mutlak varlığın madde olduğunu iddia eden materyalist felsefeyi savunan görüş ve zihniyetler tarafından örtülmeye çalışılan bu gerçek, İrlandalı bir din adamı ve filozof olan Berkeley tarafından 18. yüzyılda yeniden gündeme getirilmiş ve kendinden sonraki bütün düşünce dünyasını değiştirmiştir. Ancak Darwin'in evrim teorisini ortaya atmasından sonra maddeci görüşe sahip çevreler, özellikle de bunların bir nevi sözcüsü ve içlerinde en ateşlisi olan Bertrand Russell, bilimsel bir cevap veremediği Berkeley'i hakaret ve iftirayla gözden düşürmeye çalışmıştır. Ancak Russell, maddeci çevrelerin en güvendikleri düşünür olmasına ve bu görüşün en güçlü savunucusu olarak görülmesine rağmen bu gerçeği tamamen gözardı edememiş, Felsefenin Problemleri adlı eserinde durumu şöyle değerlendirmiştir: 

"…Berkeley, herhangi bir mantıksızlığa düşmeden, maddenin bizden bağımsız olarak bir şey mevcut olsa bile duyularımız tarafından algılanamayacağını, ispatlama onuruna sahiptir." 

Russell, her ne kadar aksini iddia etse de, yukarıdaki ifadeleri ile bu gerçeği aslında inkar edemediğini, hatta kabul ettiğini açıkça ifade etmektedir.

21. yüzyıla girerken, Einstein'dan başlayarak modern fizik, kuantum fiziği, astronomi, psikoloji, anatomi gibi bilim dallarında ortaya çıkan gelişmeler, materyalist dünya görüşüne sahip, eski bilim anlayışını savunan çevreleri derinden yaralamıştır. Fosil araştırmaları, genetik bilimi gibi alanlarda yapılan çalışmalarla evrim teorisi çökmüş, optik, psikoloji gibi alanlarda yapılan çalışmalarla idrak sistemi çözülmüş, astronomi çalışmalarının sonunda Big Bang, yani evrenin ve maddenin bir başlangıcı olduğu keşfedilmiş, atom ve atomaltı parçalarının araştırılması ise bütün klasik fiziği tersine çevirerek, rölativiteyi yani zamanın izafi bir kavram olduğu gerçeğini ispatlamıştır. 

Bilim alanında Allah'ın varlığını ve tüm evren üzerindeki sonsuz hakimiyetini sayısız kere teyit eden bu gelişmeler, taassubun ve önyargının temsilcisi olan materyalist düşünürleri çaresiz bırakmıştır. Bu çaresizlik günümüzde de devam etmektedir. Televizyonda, okullarda, konferanslarda birçok bilim adamı ve düşünür, dışımızdaki dünyaya ulaşmamızın mümkün olmadığını, beynimizde hissedilen algılardan ibaret bir hayatı yaşadığımızı bildikleri halde bilmezlikten gelmekte, insanlara bu gerçeği  anlatmamakta, hatta sanki böyle bir gerçek hiç yokmuş gibi hareket etmektedirler. 

Ancak gerçekleri görmezlikten gelmek bir çözüm değildir. Nitekim bu kitapta gerçeklerden korkmanın ve kaçmanın ne kadar faydasız olduğu, insanı ne tür zararlara uğratacağı vurgulanmakta ve bu şekilde davranan kişilerin ruh halleri ortaya konmaktadır.

Maddenin ardındaki sırrı öğrenmek, Allah'ın varlığı, sıfatları, kader, ruh, cennet, cehennem, sonsuzluk, zamansızlık gibi kavramların doğru bir şekilde anlaşılmasını da sağlayacaktır. Bu sayede okuyucular; "Allah nerede?", "Kader nedir?" "Ölümden sonra ne olacak?" gibi her gün karşılaştıkları soruların cevaplarını en doğru şekilde öğrenecek ve daha pek çok konuda aradıkları cevapları bu kitapta bulacaklardır.

Bu önemli amaçlardan söz ettikten sonra, kitapta konuşmacı olarak yer alacak kişileri tanıyalım.

Karşılıklı sohbet havasında geçen bu görüşmeye çeşitli çevrelerden katılan okuyuculardan ilkinin adı Sibel, halen bir üniversitede bilgisayar mühendisliği bölümüne devam ediyor. Sibel Hanım bu konuya çok ilgili olduğu için muhatap olduğu herşeyin sadece beyin tarafından idrak edilen algılarıyla muhatap olduğunu anlamış. Ancak bu görüntülerin kaynağı konusundaki bilgilerini pekiştirmek, en doğrusunu öğrenmek istiyor.

İkinci okuyucunun adı ise Sabri, ülkemizin tanınmış bir ailesine mensup bir sanayici. Sabri Bey sahip olduğu herşeyin bir hayal gibi olduğunu, öldükten sonra onların da bir rüya gibi sona ereceğini öğrenmiş. Ama tam kavrayamadığı bazı konularla ilgili cevapları arıyor. 
Üçüncü okuyucumuz olan Tolga ise yurt dışında biyoloji üzerine doktora yaptıktan sonra bir üniversitemizde asistan olarak çalışmaya başlamış. Bu konuyu bir arkadaşından duyan Tolga, bazı kitaplar okumuş ama konuyu tam bilmediği için aklında birçok soru işareti var. Bu konunun bilimsel yönü onu çok ilgilendiriyor.

Okuyucuların sorularını ise bu konuyu yıllar önce Harun Yahya'nın eserlerinden öğrenen, konu hakkında derinlemesine bilgi sahibi olan Murat cevaplıyor.



1. GÜN



Bu önemli sohbetin ilk günü, bir hafta sonu şehir dışındaki yazlık bir evde başlıyor.

MURAT: Evet arkadaşlar, gönderdiğiniz mektuplar sayesinde sizi yakından tanıma imkanı buldum. Mektuplarınızda çok isabetli sorular sormuştunuz. Aslında bu soruların cevapları tahmin etmediğiniz kadar açık ve anlaşılır. Sohbetimiz ilerledikçe bunu siz de göreceksiniz. Bazı teknik konuları açıklamak için yanımda bazı resimler ve şemalar da getirdim. 
Şimdi ilk soruyu kim sormak ister?

TOLGA: Ben konu hakkında fazla bir şey bilmediğim için en baştan başlamayı teklif ediyorum. Okuduğum kadarıyla yaşadığımız hayatın bir görüntüden ibaret olduğu ve bizim dışarıda var olan dünya ile hiçbir zaman muhatap olamadığımız söyleniyor öyle değil mi? 

MURAT: Doğru!

TOLGA: İlk önce bu görüntünün ne demek olduğunu anlatırsan çok sevinirim.

MURAT: Tolga, senin uzmanlık dalın biyoloji öyle değil mi? 

TOLGA: Evet!

MURAT: Bu konuyu anlamak için beş duyumuzun nasıl çalıştığını bilmek yeterli. Biz lisede okuduğumuz biyoloji derslerini hatırlarken, Tolga sen de bu konuda uzman olduğuna göre, bize en başta "görme duyusu" olmak üzere beş duyunun nasıl çalıştığını basitçe anlatır mısın?

TOLGA: Teknik olarak çok kompleks ve detaylı bir sistem var. Duyu organlarını tek tek anlatmaya kalkarsak bu, saatler sürer. Her duyu organı kendi içinde çok kompleks sistemlere sahiptir, mesela sadece işitme organı olan kulak için ciltler dolusu kitap yazılmıştır ancak bu kompleks sistemi kısaca özetlemek ve bir şema halinde anlatmak mümkün ve bu şema  beş duyu için de geçerli. 

Dışarıdan uyarı dediğimiz, yani bizim sinir uçlarımızı uyaran ışık, ses, tat, koku, sertlik gibi bir dış etki duyu organlarımız olan göz, kulak, dil, burun ve deriye ulaşır. Burada ilk aşama başlar, sinir uçları bu uyarıyı alıp sinirler boyunca yol alabilecek bir elektrik sinyaline çevirirler. İkinci aşama olarak bu elektrik sinyalleri beynin bu konuyla ilgili görme, işitme, koklama veya tatma merkezlerine taşınırlar. Son aşamada beyin bunları algılayarak uygun tepkiyi verir.

MURAT: Teşekkürler Tolga çok güzel anlattın. Evet sistem bu şekilde çalışır ancak özellikle idrak aşamasında yani hissettiğimiz şeyin ne olduğunu anlama aşamasında sistem daha da kompleks bir hale gelir. Mesela biz burada oturuyoruz ve göleti seyrediyoruz, gölete ve çevreye ait görüntü sinyalleri, etraftan gelen çiçek kokuları, duyduğumuz kuş sesleri, oturduğumuz masanın sertliği gibi görüntüyü oluşturan sayısız ayrıntı biraraya geliyor, hafızamızda saklı bulunan bilgilerle kıyaslanıyor ve bulunduğumuz ortam beynin ilgili merkezinde anlamlı bir hale geliyor. Tolga şimdi bize söyler misin, mesela şu karşıdaki ağacı gördüğümüzde nasıl bir işlem olur? 

TOLGA: Çok basit, ağaca ait bilgiler, yani ağacın rengi, uzaklığı, boyutları ışık sayesinde gözüme taşınıyor. Gözün iç kısmında bu bilgiler elektrik sinyaline çevrilerek sinirlere iletiliyor, sinirler de bu bilgileri beynin görme merkezine taşıyorlar. Görme merkezine ulaşan bu sinyalleri de beyin bir ağaç olarak algılıyor. 

MURAT: Yani bu ağaç şu an karşında mı duruyor yoksa beyninin görme merkezinde mi?

TOLGA: Tabii ki beynimdeki görme merkezinde.

SABRİ: Bir dakika. Tamam, ağacın görüntüsü benim beynimde olabilir ama ağaç da karşımda duruyor! Yani gidip o ağaçtan bir meyva kopartabilirim ya da ağaca yaslanıp gölgesinde oturabilirim, değil mi?

MURAT: Arkadaşlar lütfen acele etmeden konuları sırayla inceleyelim. Biraz düşünelim; ağacı ağaç yapan herşeyi, yani rengini, dallarını, yapraklarını beynimizin görme merkezinde algılarız, ağaca dokunduğumuzda ya da ondan bir meyva kopardığımızda hep beş duyumuzun yani görme, işitme, tat, dokunma ve koklamanın beynimize ulaştırdığı görüntüyü, sesi, tadı, kokuyu ve dokunma hissini yaşarız. Hiçbir zaman algılarımız dışında bir şeyle muhatap olamayız. Yani görme algımız olmazsa göremeyiz, işitme algımız olmazsa duyamayız. Aslında tüm yaşantımızı beş duyumuzla beynimizde algıladığımız şeyler oluşturur.

SABRİ: Tamam bunu kabul ediyorum ama bakın işte şu nefis kekleri uzanıp alıyorum ve afiyetle yiyorum. Ben bu keki yediğime ve hatta bu kek bana enerji verdiğine göre bunun aslı ile muhatap olamıyorum demek doğru olur mu? Biz aslı ile muhatap olmadığımız bir şeyden böyle bir tat alabilir miyiz?

MURAT: Aslında biraz önce ağaç örneğinde bunun cevabını vermiştik. Yani kek de, ağaç da, masa da sizin beyninizin algı merkezinde. Ama merak etmeyin! Biraz sonra konuşacağımız örnekler bu konuyu daha da anlaşılır hale getirecek! 

Şimdi kısaca özetleyecek olursak: Şimdi kısaca özetleyecek olursak: Biz hayatımız boyunca, beynimizin içinde yediğimiz kekin tadını ve lezzetini bilir, beynimizin içindeki bedenin bu yemekten aldığı enerjiyi kullanırız. Aynı şekilde beynimizin içindeki ağacın, beynimizin içindeki meyvesini koparırız ve beynimizin içindeki ağacın beynimizin içindeki gölgesinde serinlik hissederiz. Dünya hakkında bildiğimiz herşey duyularımızın bize ilettiği sinyallerden ibarettir. Bu sinyallerin beyne taşıdığı bilgiler dışında "Acaba bunların aslı nasıl bir şeydir, asılları ile bizim gördüklerimiz tamamen aynı özellikte midir?" gibi sorulara hiçbir zaman cevap veremeyiz; çünkü duyularımızı aşarak dışarı çıkmamız mümkün değildir. Bu yüzden ömrümüz boyunca beynimizin içinde, duyu organlarıyla algılanan bir dünyayı seyrederiz. Bakın, ünlü filozof Russell da, Felsefenin Problemleri adlı kitabında, bu problemle karşılaşınca ortaya nasıl bir durum çıktığını şöyle vurguluyor: 

"Daha da ileri gitmeden önce şimdiye kadar keşfettiklerimizi değerlendirmek iyi olacak. Şu ana kadar belli oldu ki, duyularımız tarafından bilindiği farzedilen herhangi bir nesneyi ele aldığımızda, duyularımızın bize doğrudan aktardığı bilgiler, bizden bağımsız bir nesne hakkındaki gerçek değil, biz ve obje arasındaki ilişkilere bağlı duyu verilerindeki gerçekliktir. Bu yüzden, doğrudan gördüğümüz ve hissettiğimiz şey, bir 'görünüş'ten başka bir şey değildir ve biz bu görünüşün arkada duran bir 'gerçeğin' belirtisi olduğuna inanırız. Ama eğer gerçek olan gördüğümüz şey değilse, bir gerçeklik olduğunu bilmemiz mümkün mü?"

SİBEL: Bir örnek verebilir miyim? Benim bilgisayar bölümünde okuduğumu biliyorsunuz, bu yüzden konuya hiç de yabancı olmadığımı tahmin etmişsinizdir. Bu konu benim ilgi alanıma giriyor. Belki bize biraz geç ulaşıyor ama teknolojinin çok gelişmiş olduğu ülkelerde eğlenceye ve eğitime yönelik birçok araç yapılıyor. Bunların büyük bir kısmında insan beyninde üç boyutlu görüntü oluşturan bilgisayar programlarının kullanıldığını siz de bilirsiniz. Bugün bütün çocukların başından kalkamadığı üç boyutlu bilgisayar oyunlarında esas amaç, beş duyuyu etkileyerek çocuklara hayali bir ortamda gerçek hayat etkisi vermektir. NASA'daki astronotlardan mimarlara, mühendislere kadar birçok meslekte eğitim, simülasyon denilen üç boyutlu görüntülerle yapılıyor. Bu simülasyonlarla yapılan uçuş eğitimindeki bir pilot gerçek hava koşullarıyla bilgisayarın ona yaşattığı hayali hava koşullarını ayırt edemiyor. Seyrettiğimiz yabancı bilim kurgu filmlerinin büyük bir kısmı insan hayatının görüntülerden oluşmasını veya beyinde oluşturulan sanal dünyaları konu olarak kullanıyor. 

TOLGA: Sibel doğru söylüyor! Bilim dünyasındaki durum da farklı değil. Beş on sene evvel fazla önem taşımayan bu konu, bugün çok önemli bir hale geldi. Bu yönde o kadar yoğun çalışmalar var ki hiç olmayan bir dünyayı bilgisayarda elektrik sinyali olarak oluşturup insanlara bu sinyallerle istenilen görüntüyü yaşattırmak gittikçe kolaylaşıyor. İnsanlar da buna çok alıştılar. Fizik, atom ve biyoloji konularında yapılan yoğun araştırmaların büyük bir kısmını da bu konu oluşturuyor. 

MURAT: Çok haklısınız! Teknolojideki gelişmeler insanın bu konuyu daha çabuk anlamasını sağlayacak yeni örnekler ortaya koyuyor. Ancak şunu da belirtmeliyim ki, samimi ve önyargısız bakınca bu konuyu kavramak son derece kolay. Bu verdiğiniz örneklerin hiçbirini bilmesek bile bir şey değişmez, çünkü durum son derece açık. Daha önce bu konu üzerinde hiç düşünmemiş ya da bu konudan hiç haberi olmamış bir insanın öğrendikleri karşısında ilk anda biraz tepki göstermesi mümkün. Doğduğumuz andan itibaren doğru olarak kabul ettiğimiz bir şeyin açıklamasının aslında bizim bildiğimizden çok daha farklı olduğunu öğrenmek, bazı insanlarda çeşitli tepkilere yol açabiliyor. Ancak kişinin asıl amacı doğruyu öğrenmekse, gerçekleri direnmeden kabul etmesi gerekir. 

Bu yüzden her gün yaşadığımız örnekler, bu gerçeği daha iyi kavramamızı sağlayacaktır. Ayrıca konunun teknik olarak açıklanması yetmez. Bunun da ötesine gidip bizi ne gibi sonuçlara ulaştırdığına bakmamız gerekiyor.

SABRİ: Aslında ben şu ana kadar anlattıklarınızı gayet iyi anladım. Ama sizin de söylediğiniz gibi bu konu bizi nereye ulaştıracak çok merak ediyorum. İnsanın bir anda böylesine yabancı olduğu bir konuya alışması biraz zor oluyor.

MURAT: Bence de hepiniz içinde bulunduğumuz durumu gayet iyi anladınız, bu zaten öyle anlaşılması zor bir şey değil. Bilimsel olarak da kabul edilmiş açık bir gerçek. Ancak bu konuda kesin kanaatinizin gelmesi gerekiyor, bu yüzden konuyu bir başka açıdan daha inceleyelim. Şimdi Sibel, bize seni çok etkileyen ve unutamadığın bir rüyanı anlatır mısın? 

SİBEL: Daha dün akşam bir rüya gördüm ve çok etkilendim: …ormanda vahşi hayvanların saldırısına uğruyorum. Can havliyle ormanın patika yollarından var gücümle kaçarken ayağım çalılara takılıyor, düşüyorum. Aradaki mesafe bu düşme neticesinde daha da kısalıyor. Ormandaki bir kulübeye giriyorum. Kapıyı kapatıyorum ve içeriden kilitliyorum. Fakat vahşi hayvanlar pencereden girmeye çalışıyorlar. Orada elime geçirdiğim bir demir çubukla ümitsizce kendimi savunmaya, vahşi hayvanları kaçırmaya çalışıyorum. Tam bu sırada dışarıdan gelen korna sesi ile uyandım. Derin bir nefes alıp gördüğüm şeyin bir  rüya olduğuna şükrettim. 

MURAT: Yaşadığımız hayatla uyurken gördüğümüz rüyalar arasında ne fark var? Belki de bunu hiç düşünmediniz hatta aklınıza bile gelmedi, ama rüyalar bu konuyu anlamakta bize çok yardımcı olacak. Bir rüya bizi çok etkilese bile günlük hayatın içine daldığımız andan itibaren hem etkisini hem de netliğini kaybeder. Biraz önce kan ter içinde bir kabustan uyanan bir insan, beş dakika sonra kahvaltısını yaparken rüyanın sarsıcı etkisinden kurtulmuş durumdadır. Ya da güzel bir rüya görürken okula gitmesi için uyandırılan bir çocuk, rüyadaki mutluluğunu yüzünü yıkarken çoktan kaybetmiş durumdadır. 
Rüyadaki olaylar bazen o kadar etkilidir ki insanlar kimi zaman uyanınca yaşadıklarının gerçek olup olmadığını düşünürler. Aslında uyandıktan sonra yaşadığımız hayatla uyurken gördüğümüz rüyalar arasında teknik olarak hiçbir fark yoktur. Bir insan rüya sırasında, uyanıkken yaptığı şeylerin hepsini yapabilir; konuşur, yemek yer, nefes alır, koşar, güler, ağlar, yaralanır, araba kullanır. Günlük hayatının bir kopyası olan rüya ortamında herşey zaten bildiği ve alışık olduğu şekliyle vardır. Bu yüzden rüyadaki olaylara sanki onlar gerçekmiş gibi tepki verir. Bazen korku dolu bir rüyadan çığlık atarak uyanır, bazen de gördüğü güzel bir rüyadan hiç uyanmak istemez.

SABRİ: Ben de geçen ay gerçeğe benzer bir rüya görmüştüm. Rüyamda sürat motoru ile denizin sularını yara yara sahilde turlar atıyordum. Komşular deniz kenarında toplanmış, yeni aldığım tekneyi hayranlıkla seyrediyor ben de onları etkilemek için daha çok gaza basıyordum. Denizin kokusunu, süratten meydana gelen sert rüzgarı ne kadar net hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Motorun gücü yüksek olduğu için yer-gök motorun uğultusu ile inliyordu. Denizin suyu motor tur attığında zaman zaman üzerime sıçrıyor, gözlüğümün camına sıçrayan su damlalarını silmek mecburiyetinde kalıyordum. Son sürat giderken motorun altı bir kaya parçasına çarptı ve tekne batmaya başladı. Kendimi denize attım ve zar zor sahile kadar yüzerek kurtuldum. Uyandığımda ise, rüyanın etkisiyle kan ter içindeydim, uzun bir süre kayığa bile binemedim. 

MURAT: Rüyada yaşadığımız olaylar ne kadar gerçekçi değil mi? Şimdi rüyalarınızdaki ayrıntıları hatırlamaya çalışın. Örneğin Sabri Bey, motorla giderken hissettiğiniz ayrıntıları; sesleri, renkleri, kokuları hatta rüyada yaşadığınız korku, açlık, neşe, sevgi gibi duyguları uyanıkken yaşadığınız hallerinden ayırt edebilir misiniz?

SABRİ: Herhalde edemem.

TOLGA: Sizi bilmem ama ben geçen gün gördüğüm rüyayla gerçek hayatı birbirine karıştırdım. O akşam erkenden uyumak istedim çünkü ertesi gün ailece Adalar'a yemek yemeye gidecektik. Kız kardeşim de kendi odasına uyumaya gitti. Yorgun olduğum için hemen uykuya daldım. Rüyamda  kardeşimden yeni gömleğimi yıkamasını ve ütülemesini rica ettim. O da hem pantalonumu ütüledi hem de gömleğimi yıkayıp ütüledi. Bütün safhalarını gördüğüm bu işlemleri hep yakından takip ediyor, bizzat başında duruyordum. Aysun, sabah kalktığımda hazır olacak şekilde istediklerimi yerine getirmişti. Sabah uyandığımda gördüklerim rüya mı, gerçek mi tam emin olamadım. Yani gerçekten kardeşim eşyalarımı ütülemiş miydi, yoksa bu bir rüya mıydı? Biraz düşünüp gerçek olduğuna kanaat getirdim ve gidip kız kardeşime teşekkür ettim. Kardeşim şaşırınca anladım ki bunların tümü rüyamdaki bir olaydı. Hemen lafı değiştirdim. 

MURAT: Evet, çok doğru söylüyorsun, bazen rüyalar o kadar gerçek gibi olur ki insan, gerçek hayatla karıştırır. Ayrıca şunu tekrar tekrar hatırlatmak istiyorum: Rüya görürken hissettiklerimizle uyanınca hissettiklerimiz arasında hiçbir fark yoktur. Her iki durumda da aynı uyarılara aynı tepkileri veririz. Yani yemek yiyince tadını hisseder ve doyarız, tehlikeli bir durumda korkup kaçarız, neşeli bir durumda gülüp eğleniriz. Zaman zaman ilginç olaylar yaşasak da, hisler hiç değişmez.

SABRİ: Evet buna kesinlikle katılıyorum. Şu an bile denizde yüzerek kurtulmaya çalıştığım anda suyun ne kadar soğuk olduğunu hatırlıyor ve hatta hissedebiliyorum. 
MURAT: Ancak tüm bunlardan daha da ilginç olan şey, rüyalarımızda yaşadığımız bu olayları nasıl gördüğümüzdür. Tolga sen söyler misin rüyalarımızı nerede görüyoruz? 

TOLGA: Bu sorunun cevabı çok kolay. Elbetteki rüyaları da beynimizde görüyoruz. Yani günlük yaşamda nasıl herşeyi beynimizin algı merkezlerinde yaşıyorsak, rüyada da bu şekilde yaşıyoruz. Teknik olarak bir farklılık yok.

MURAT: Buraya kadar anlatılanları dinlediniz. Peki Sabri Bey siz söyleyin, gece gözümüz kapalı olduğu halde, karanlık beynimizin içinde bu kadar net ve renkli bir dünya nasıl oluşuyor? Güneş nasıl parlıyor, çiçekler nasıl rengarenk, deniz nasıl masmavi oluyor ve gözümüz kapalıyken bunları nasıl görebiliyoruz? Görmek için göze ihtiyacımız yok mu?

SABRİ: Bu sorulara verebilecek cevabım yok. Ne demek istediğini anladım. Az önce anlattığım rüya da bunun delili. 

MURAT: Biz dışarıdan bir uyarı almasak da, bir başka deyişle dünya dediğimiz şeye ait uyarılar yani ışık, renk, boyut gibi özellikler doğrudan duyu organlarımıza gelmese bile görüp hissedebiliriz. Bütün bu algılama işlemleri sırasında bir dünyanın oluşması için duyu organlarının dışarıdan getirdiği sinyallere ihtiyacımız yok. Çünkü gören göz değildir, ya da duyan kulak değildir. Mesela bütün bu algılar suni olarak üretilip doğrudan beynimizin ilgili merkezlerine ulaştırılsa, hiç olmayan bir keki yer, hiç olmayan bir ülkeye gider, hiç olmayan bir çiçeği koklar ve bunların hayal olduğunu da anlayamazdık.

SABRİ: Nasıl yani?

MURAT: Mesela doyduğumuz zaman midemiz beynimize bir sinyal yollayarak dolduğunu bildirir. Eğer biz aynı sinyali hiç yemek yemeden beyne yollasak yine kendimizi doymuş hissederdik. Biraz önceki örnekte olduğu gibi, bir ağaca baktığınızı farz edin. Gözünüzün beyne gönderdiği ağaçla ilgili sinyaller vardır. Bunların aynısını biz suni olarak üretip ilgili sinirlere ulaştırsak, göze ihtiyaç olmadan da yine aynı ağacı görürdünüz.

TOLGA: Aslında biraz önce verdiğimiz sanal dünya örnekleri bu konuyu tam olarak açıklıyor. Bakın ben bu konuyu biraz daha genişletip birkaç örnek daha vereyim, iyice anlaşılması için.
Bildiğiniz gibi teknolojinin ilerlemesiyle birlikte simülatör denen sistemler pek çok alanda kullanılmaya başlandı. Takılan gözlüklü bir başlık ve eldiven bağlantısıyla hayali bir ortam oluşturulabiliyor ve bunları kullanan kişi bu ortamları aynen gerçek gibi yaşayabiliyor. Simülatörlerde kişinin eline taktığı eldiven, içindeki mekanizmanın etkisiyle parmak uçlarından beynine sinyaller gönderiyor ve bu sinyaller neticesinde kişi örneğin bir kediye dokunduğunu zannediyor. Ancak bu mekanizmanın benzeri kafasına taktığı kaskta da bulunuyor. Algının kusursuz olabilmesi için kasktan kişinin beynine sinyaller gidiyor ve bu sinyaller neticesinde kedinin görüntüsü de beyinde oluşuyor. Bunun yanı sıra kişiye kedinin sesi de dinletiliyor. Böylece hem görüntü hem ses hem de dokunma hissiyle algıda mükemmellik elde ediliyor. Ortada tek bir kedi bile yokken, kişi gerçekten bir kediyle karşı karşıya olduğunu zannediyor.

SABRİ: Şimdi anladım!

SİBEL: Ben de anladım. Düşünsenize, anlattığım rüyayı görürken birisi rüyama girse ve bana "korkma, bir rüya görüyorsun, bunların hiçbiri gerçek değil, şu anda yatağında yatıyorsun, beyninin içindeki şeyleri seyrediyorsun" dese, onu çok sert bir şekilde tersler, bana vakit kaybettirdiği için de kızardım. Evet şimdi daha iyi anlıyorum, gece gördüğümüz rüyadaki görüntülerle, uyanınca görmeye devam ettiğim görüntüler arasında bilimsel olarak da, mantıksal olarak da bir fark yok. Zaten  bilgisayarlarla, simülatörlerle böyle üç boyutlu ve gerçekçi görüntüler yapıp hiç olmayan bir ortamı insanlara yaşatmak artık sıradan bir olay haline gelmiş durumda. 

Bu, bana geçen gün seyrettiğim bir filmi de hatırlattı. Belki siz de izlemişsinizdir. Filmin konusu şu an konuştuğumuz örnekle aynıydı. Filmin kahramanları bir makinaya bağlanıp bilgisayar yardımıyla çok farklı mekanlarda, çok farklı şeyler yaparlarken buluyorlardı kendilerini. Örneğin, bir spor salonunda Uzakdoğu sporları yaptıklarını zannediyorlardı. Ama o sırada dar bir odada, bir koltukta oturuyor durumdaydılar. Üstelik filmin bir yerinde bir oyuncu başroldeki kişiye gördüğü şeylerin aslında görüntü olduğunu, o anda bir bilgisayara bağlı olduğunu, içinde dolaştıkları bütün şehrin, insanların, bilgisayar tarafından hazırlanmış görüntüler olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Filmdeki kahraman inanmayınca bilgisayar bütün görüntüyü donduruyor, o zaman oyuncunun kanaati geliyordu. 

TOLGA: Evet, o filmi ben de seyrettim ama hiç bu açıdan düşünmemiştim.

SABRİ: Murat, ben de anladım ama bu konuyu biraz daha açar mısın? Ne kadar çok örnek verirseniz o kadar iyi anlaşılıyor!

MURAT: Elbette! Bak şimdi senin rüyana dönelim, rüyanda denizde yüzerken suyun soğukluğunu, suyun kaldırma gücünü, ağzına kaçan deniz suyunun tuzlu tadını, denizin kokusunu, kulaç atarken meydana gelen yorgunluğunu, dalgaların, martıların sesini, kulaç atarken sudan çıkan sesleri, yüzerken suda meydana gelen dalgalanmayı, köpürmeyi ve daha yüzlerce, binlerce detayı topluca hissetmedin mi?

SABRİ: Evet. 

MURAT: Bu kadar çok ve alışık olduğun ayrıntı yüzünden görüntünün gerçek olduğuna tam ikna oldun değil mi?

SABRİ: Evet.

MURAT: İşte dünya hayatı da rüyadaki algılar bütünü gibi ve hatta daha da fazla inandırıcıdır. Algıladığımız uyarılar o kadar fazla, detaylı ve nettir ki birçok kişi, aksine ihtimal dahi vermeden, ömrünün sonuna kadar gördüğü herşeyin aslıyla muhatap olduğunu zannederek yaşar. Ta ki ölünceye kadar... Oysa aynı şey rüyan için de geçerli. Demin de konuştuk, rüyanda da girdiğin denizin, oturduğun koltuğun aslıyla muhatap olduğunu zannediyorsun. Kısacası iyi düşünürsen rüyanda yaşadığın şeylerin de, uyanınca yaşadığın hayatın da aynı görüntülerden oluştuğunu  anlarsın. 

SABRİ: Bunu anlıyorum ama rüyadan uyanınca dünyaya geri dönüyorum. Yani gerçek dünya, ben rüya görürken olduğu yerde duruyor. Bu yüzden algıların dışındaki maddi dünyanın varlığı ortada değil mi?

MURAT: Aslına bakarsan maddi dünya dediğimiz şey, hakkında hiçbir bilgimiz olmayan, nasıl bir şeye benzediğini de asla öğrenemeyeceğimiz bir mekandır. Algılarımız dışında, kendi başına bir maddeyi biz asla göremez ve ona asla dokunamayız. İnsan, gözünü açtığı günden itibaren hep algılarla muhatap olur; okulunu, ailesini, oyuncaklarını, yediği yemeği, bindiği arabayı, arkadaşlarını, karşısındaki güzel bir manzarayı, evini, odasını, işyerini yani hayatını oluşturan herşeyi beyninde seyrettiği haliyle bilir. İnsan duyularından asla sıyrılamayacağı için dışarıda ne var diye gidip bakması, görmesi de mümkün değildir. Bu yüzden aslında her insan ömrü boyunca beyninin içindeki dünya görüntüsüyle muhatap olarak yaşar.

SABRİ: Ama insanlar aya gidiyor ya da ben uçağa binip başka şehre gidebiliyorum, demek ki bir mesafe var!

MURAT: Aslında mesafe, derinlik, büyüklük gibi kavramlar da görüntünün bir parçasını oluşturuyor. Basit örneklerle bunu anlamak mümkün. Gece rüyanda Ay‘ı ve yıldızları görebiliyor musun? Ya da anlattığın rüyada olduğu gibi tekneye binip dolaşabiliyor musun? 

SABRİ: Evet…

MURAT: Rüyandaki Ay ve yıldızlar uyanık halinde gördüğün yıldızlarla aynı mesafede değil mi?

SABRİ: Evet ama…

TOLGA: Ben cevap verebilir miyim? Bunu optik dersinde okumuştuk! Mesafe dediğimiz şey bir çeşit üç boyutlu görme şeklidir. Görüntülerde mesafe ve derinlik hissini uyandıran şey perspektif, gölge ve hareket dediğimiz unsurlardır. 

MURAT: Çok doğru! Optik biliminde boşluk (space) algısı denilen bu algı şekli de renk algısı gibi çok karmaşık sistemlere sahiptir, ama basit bir dille anlatmak gerekirse şöyle söyleyebiliriz: Aslında gözümüze gelen görüntü sadece iki boyutludur. Yani yükseklik ve genişlik ölçülerine sahiptir. Göz merceğine gelen görüntülerin boyutları ve iki gözün aynı anda iki farklı görüntü görmesi derinlik ve mesafe hissini oluşturur. Yani bizim her bir gözümüze düşen görüntü diğer göze gelen görüntüden açı, ışık gibi unsurlar açısından farklıdır. Beyin bu iki farklı görüntüyü tek bir resim haline getirerek derinlik ve mesafe hissini oluşturur. 
Hadi bunu daha iyi anlamak için bir deney yapalım. Tolga sen denek olur musun?

TOLGA: Memnuniyetle! 

MURAT: Önce sağ kolunu iyice ileri uzat ve işaret parmağını göster. Şimdi gözlerini parmağına odaklayıp sırayla sağ ve sol gözlerini kapatıp aç. İki gözüne farklı iki görüntü geldiği için parmağının hafifçe yer değiştirdiğini veya kaydığını göreceksin. Şimdi gözünü sağ işaret parmağında odaklamaya devam ederken sol işaret parmağını mümkün olduğu kadar gözlerine yaklaştır. Yakında olan parmağının çift görüntü oluşturduğunu fark edeceksin, bu ise algı sisteminde uzaktaki parmağından farklı bir derinlik oluştuğunun delilidir. Şimdi bu durumdayken gözlerini sırayla kapatıp açarsan yakındaki parmağın daha fazla yer değiştirdiğini göreceksin çünkü iki göze düşen görüntülerin farkı artmıştır. 

TOLGA: Evet doğru söylüyorsun!

SİBEL: Ben de yaptım…Şimdi aklıma geldi, üç boyutlu film yaparken de bu teknik kullanılıyor; iki farklı açıdan çekilen görüntü aynı ekran üzerine yansıtılıyor. Seyirciler renk filtresi veya polarize filtreli özel gözlükler takıyorlar. Gözlüğün camındaki filtreler iki görüntüden birini yakalıyor, beyin bunları birleştirip üç boyutlu görüntü haline getiriyor öyle değil mi? 

MURAT: Doğru! Şimdi başka bir deney yapalım. Sibel, tek gözünü kapatıp etrafına bakar mısın? Derinlik algılamaya devam ediyorsun değil mi? Peki üç boyut gibi keskin bir algı nasıl oluyor da tek, iki boyutlu bir retinada oluşabiliyor?  

Bunun cevabı, tek gözle bakıldığında etkili olan derinlik unsurlarında saklıdır.
İki boyutlu bir retinada derinlik hissinin oluşması, iki boyutlu bir resimde gerçekçi bir derinlik hissi oluşturmaya çalışan ressamın kullandığı tekniğe çok benzer. Bazı ressamlar bu derinlik hissini oluşturmada çok başarılıdırlar. Derinlik hissini oluşturan bazı önemli unsurlar vardır, bunlar: nesnelerin üst üste yerleşmesi, atmosfer perspektifi, doku değişimi, doğrusal perspektif, boyut, yükseklik ve harekettir. Size bunlarla ilgili resimler de getirdim.

MURAT: Üst üste gelen görüntüler derinlik hissinin oluşmasında çok önemli bir unsurdur. Sabri Bey deney sırası sizde. Şimdi şu iki kalemin birini bir elinize diğerini de öbür elinize alın. Gözlerinizin biraz uzağında tutun ama üst üste gelmesinler. Şimdi bir kalemi azıcık uzaklaştırın ve tek gözünüzü kapatın. İki gözle bakmayınca hangisinin daha uzakta olduğunu anlamak ne kadar zor değil mi? 

SABRİ: Evet haklısın!

MURAT: Şimdi bir gözünüz kapalı olarak iki kalemi birbirine yaklaştırın ve bir tanesini diğerinin üstüne getirin, şimdi derinlik ve mesafe daha kolay ölçülüyor değil mi?

SABRİ: Doğru!

MURAT: Çok ünlü bir Amerikalı psikolog olan James J. Gibson, doku değişiminin derinlik hissinde ne kadar önemli olduğunu ilk olarak anlayanlardandı. Dolaştığımız yüzey, yol ya da çiçeklerle dolu bir tarla aslında bir dokudur. Bize yakın olan dokular daha detaylı, uzakta kalanlar ise daha silik gözükür. Bu yüzden bir doku üzerine yerleştirilen nesnelerin mesafesi hakkında yargıda bulunmak daha kolaydır. 

SİBEL: Sen bunu söyleyince dün gördüğümüz ayçiçeği tarlası aklıma geldi, bütün bunları birleştirdiğimde, tarlanın bana neden uçsuz bucaksız göründüğünü daha iyi kavrıyorum. 

MURAT: Ayrıca burada gölge ve ışık unsurları da devreye girerek üç boyutlu görüntüyü tamamlar. Mesela ressamların yaptığı resimleri hayranlıkla seyretmemizin nedeni, gölge ve perspektif unsurlarını kullanarak resme verdikleri derinlik ve gerçekçilik hissidir. Perspektif, uzaktaki şeylerin gören kişiye göre yakındaki şeylere oranla daha küçük olarak görünmesinden kaynaklanır. Mesela bir manzara resmine baktığında uzaktaki ağaçlar küçük, yakındaki ağaçlar büyük gözükür ya da arka plandaki dağ görüntüsü ön planda duran insan görüntüsünden daha küçük çizilir. Doğrusal perspektifte ise ressamlar paralel çizgileri kullanırlar. Mesela tren rayları ufuk çizgisinde birleşerek mesafe ve derinlik hissini oluşturur. 

SİBEL: Sonuçta mesafe ve derinlik dediğimiz şeyin de beynimizde oluşan bir algı olduğu ortaya çıktı!

MURAT: Doğru, işte bu unsurların görüntüde üstün bir ilim ve sanatla kullanılmış olması ve sayısız miktarda ayrıntının biraraya gelmesi sonucunda, ortaya algılarımızdan oluşan ama çok gerçekçi ve inandırıcı bir dünya çıkıyor.

SABRİ: Yani şey gibi mi? Eskiden siyah-beyaz televizyonlarda karlı görüntüleri seyrederdik ama o kadar etkileyici olmazdı, şimdi sinemaya gidince iyi çekilmiş bir film olursa insan kendini kaptırıyor sanki gerçekmiş gibi hissediyor. Geçen gün ailece dinozorları anlatan üç boyutlu bir filme gittik, filmi seyretmemiz için birer tane üç boyut gözlüğü verdiler, ben bile dinozorları canlı zannettim, hele çocukları hiç ikna edemedim. Sanki canavarlar sahneden çıkıp üzerimize gelecek gibi oluyordu.

MURAT: Evet Sabri Bey, haklısınız. Bir görüntüde ayrıntılar, yani ışık, gölge, boyutlar ne kadar ayrıntılı işlenirse o görüntü o kadar gerçekçi olur ve duyularımızı aldatır. Böylece biz üçüncü boyut olan derinlik ve mesafe varmış gibi hareket ederiz. Halbuki bütün görüntüler bir film karesi gibi tek bir satıh üzerinde bulunur. Beynimizdeki görme merkezi 1cm3'lük bir hacme sahiptir, yani bir nohuttan bile küçük! Bütün o uzak mesafeler, uzaktaki evler, gökteki yıldızlar, Ay, Güneş, havada uçan uçak, kuşlar gibi görüntüler bu küçük mekanda yer alır. Yani sizin bakıp binlerce kilometre yukarıda dediğiniz bir uçakla, elinizi uzatıp tutabildiğiniz bardak arasında teknik olarak bir mesafe yoktur, tümü beyninizdeki algı merkezinde tek bir satıh üzerindedir. 

SABRİ: Bu konuyu ben de anladım. Görüntü, ses, tat gibi, mesafe ve derinlik hissinin de beynin bir özelliği olduğu konusunda bir şüphem kalmadı. Ancak bu neyi değiştirir, ben onu tam anlayamadım. Yani herşeyin görüntüsünün beynimde olması ne fark eder?

MURAT: O zaman şu sorulara cevap verin: Algılar dışında, kendi başına maddi bir dünya ile muhatap olduğumuzu neye dayanarak iddia edebiliriz? Herşeyin aslı ile karşı karşıya olduğumuz konusunda bir delilimiz var mı? 

SABRİ: Dur biraz düşüneyim… Şu ana kadar konuştuklarımızı göz önünde bulundurursak elimizde bir delil olmadığı ortaya çıkıyor. Ama halen maddenin mutlak olduğunu iddia eden pek çok insan var, öyle değil mi?

MURAT: Sabri Bey, sizin mutlak madde dediğiniz şey nedir?

SABRİ: İşte elle tuttuğum gözle gördüğüm, tek başına var olan, boşlukta yer kaplayan, kütlesi ve hacmi olan herşey.

MURAT: Mesela şu ileride duran sizin arabanız maddi bir nesne midir?

SABRİ: Evet.

MURAT: Arabayı madde yapan özellikler nelerdir?

SABRİ: Yapımında kullanılan metaller, boyalar sonra büyüklüğü ve ağırlığı gibi şeyler.

MURAT: O halde demin konuştuğumuz şeylere geri dönersek, algılarımızın bize ulaştırdığı araba görüntüsünden renk, sertlik, ışık, derinlik gibi sadece algıyla ortaya çıkan hisleri kaldırırsak geriye ne kalır? Daha doğrusu şöyle soralım: Duyu organlarınızdan beyninize giden sinirleri kessek veya bir süre durdursak, karşınızda ne kalır?

SABRİ: Hiçbir şey! 

MURAT: Bu durumda Allah'ın yaratmış olduğu ve dışarıda var olan maddeyle ilgili hiçbir bilgiye sahip olamazsınız. Size burada hemen Bertrand Russell'dan bir alıntı aktarmak istiyorum. Bu, şu ana kadar konuştuklarımızı zihninizde daha da iyi canlandıracaktır. Russell bu konuda şunları söylüyor: "…Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki dokunma duyusuna gelince, bu, parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına rağmen aynı şeyi hissedecektik." Yani siz arabanıza dokunduğunuzu düşündüğünüzde bu, parmak uçlarınızdaki elektron ve protonların beyninize ilettiği sinyallerdir.

Bu konuyu rüyalarla da açıklamak mümkündür. Sabri Bey, rüyada gördüğümüz araba görüntülerinin maddi gerçeklikleri var mı? Kendi arabanızı rüyanızda görseniz, aynı şeyi söylemeyecek  misiniz?

SABRİ: Elbette ki yok, dolayısıyla söylediğinizi kabul ediyorum. Buradan da anlıyoruz ki, madde denilen şeyin gerçeğinin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz.

MURAT: Merak etmeyin Sabri Bey, bunu hiç kimse bilmiyor. Madde denilen herşey sadece birer algıdır bizim için. Algılarımız bize sadece renk, ışık, tat, koku gibi görüntüyü oluşturan hisleri ulaştırır, ama bunlardan ayrı olarak madde diye bir şey hakkında bir bilgi ulaştırmazlar. Bu yüzden biz, dışımızdaki dünyanın gerçekte nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Bilimin ulaştığı sonuç da budur. Herşeyin yalnızca maddesel varlıklardan oluştuğunu iddia edenlerin ise bunu ispatlamak için verecekleri hiçbir akılcı, mantıklı ve bilimsel cevap yoktur. Bütün ömrümüz boyunca sadece zihnimizdeki görüntüleri gördüğümüz ve bütün dünyamız bu görüntülerden ibaret olduğu için madde adı verilen ve duyularımızın dışındaki bir mekanda bulunan şeyi tarif etmek, hakkında yorum yapmak mümkün değildir. Çünkü bu, doğuştan kör bir insanın renkler hakkında yorum yapmasına benzer bir şeydir. Renkleri hiç görmemiştir ki tarifini yapsın. Böyle bir tarif yapmaya kalkışan bir kişi sadece varsayımda bulunmaktadır.  

TOLGA: Murat, şimdi aklıma geçen gün yaşadığım bir olay geldi. İki arkadaşımla beraber yazlık evimizin önünde dolunayı sabit, küçük bir teleskopla seyrediyorduk. Arkadaşıma "Ayın dolunay olarak  görünüşü çok güzel, bu kadar uzaktan böyle pırıl pırıl parlaması da çok etkileyici, kraterleri, dağları bile belli oluyor. Uzaklığı binlerce kilometreymiş, müthiş bir uzaklık!" derken gözümün alt kapağı kaşındı. Kaşımaya başlayınca ayın, aşağı yukarı çeşitli yönlere hareket ettiğini gördüm. Gözümü teleskoptan ayırdım. Bir gözüm kapalı olarak gözümü kaşımaya devam ettim. Yazlıklar da, arkadaşım da, boydan boya deniz ve yazlıktaki  bütün evler de kaşımanın şekline göre çeşitli yönlerde hareket ediyordu. Ay gerçekten de binlerce kilometre uzakta olsa, göz kapağının kaşınması kadar basit bir işlemle bu kadar hareket eder miydi? Arkadaşım, sahil, yazlıktaki evler, deniz çeşitli uzaklıklarda görünüyordu. Ama hepsi basit bir göz kaşıma hareketiyle toptan hareketleniyordu. Şimdi daha iyi anlıyorum ki dışarıda olduğunu düşündüğüm ve uzakta zannettiğim birşeyi seyrettiğimi sandığımda aslında yanılıyormuşum. Gerçekte Ay da, diğer nesneler de ve hatta kendim de aynı yerdeymişim. Bunların hepsi yalnızca beynimde oluşan 3 boyutlu bir görüntüymüş. 

MURAT: Çok güzel! Şimdi bir kere daha tekrar edelim. Yolda yürüyen bir insan aslında beyninin içindeki yolda yürür, beyninin içindeki arabalar yanından geçer. Tıpkı rüyasında yürüdüğü gibi tenha bir yolda yürürken Tolga'nın yaptığı gibi iki gözümüzün alt kapaklarını hafifçe ovuşturmamız bize bu gerçeği daha iyi hatırlatır. Yol ve ağaçlar çeşitli yönlere doğru hareketlenir. Bu, beynimizin içindeki görüntünün hareketlenmesidir. Seyrettiğimiz televizyonun anteni ile uğraşıldığında nasıl görüntü hareketlenirse burada da aynı sistem vardır. Beynimizin içindeki televizyonun karşısında oturmuş onu seyreden bir insan konumundayız, görüntüde ne gösterilirse onu seyrederiz. Yemek yemek, yolda yürümek, okula gitmek, iş dönüşü arkadaşlarla buluşmak; yani bütün hayatımızı sanki bir video kasetteki film gibi seyrederiz. Görüntü, ses, koku, tat, dokunma duyusu beyinde hissedilen duyulardır. Yani dış dünyamızı, iç dünyamızda yaşarız. Beynimizin içindeki küçük evimizde bütün hayatımızı geçiririz. Oradaki TV'den dışarıyı seyrederiz. Bütün bunları beynimizin içindeki 1 cm3'lük "hücremiz"de yaşarız. O "hücremiz"den hiç çıkmadan bir ömür süreriz. 

TOLGA: Mesela renk körü olan bir insanın dünyayı farklı renklerde görmesi de bu konuya delil olur  mu?

MURAT: Galiba bu konuyu iyice anladınız. Evet sizin de söylediğiniz gibi, insan bir ömür boyu bu görüntüleri seyrettiği için algıları ona ne ulaştırırsa dünyayı o şekilde algılar. Duyu organlarında oluşan hasarlar bozuk bir algıya yol açar, bu yüzden bir renk körü gerçek rengi anlayamaz. Göz hastaları dünyayı bulanık görür. 

SABRİ: Anlıyorum…

MURAT: İnsan ömrü boyunca bu görüntülerin dışına  çıkamaz, bu yüzden gördüğümüz şeylerin bizim gördüğümüz şekilde olduklarını iddia etmek, bunların gerçekleriyle muhatap olduğunu düşünmek mantıksız ve faydasızdır. 

TOLGA: Bir dakika Murat, ben bir şey sormak istiyorum, bu konuyu bilen çok kişi var mı? Daha önce bu konuyu gündeme getiren, anlatan insanlar olmuş mu? 

MURAT: Demin de söylediğim gibi bu gerçeği keşfetmiş sayısız insan var. Sadece düşünce alanında değil, bilimin; fizik, atom, astronomi gibi konularında çalışan, hepimizin adlarını çokça duyduğumuz ünlü bilim adamları da bu konuyu bir şekilde anlayıp kendilerince yorumlamışlar. Materyalist düşünürler, mesela Marx, Lenin gibi insanlar da bu konuyu o dönemde öğrenmişler ama kendi maddeci görüşleri açısından çok tehlikeli görmüşler. Bu yüzden her ne kadar gerçeği bilseler de böyle bir şeyi kabul etmenin kendi çıkarlarını engelleyeceğini fark edip bu gerçeğe karşı önlemler almaya çalışmışlar. İstersen sana gerekli kaynakları vereyim, sen de bir araştırma yap, sonuçlarını yarın konuşuruz.




TÜM KULAKLAR SAĞIR, TÜM GÖZLER KÖRDÜR. SADECE BEYİNDEKİ KULAK DUYAR, BEYİNDEKİ GÖZ GÖRÜR



ADNAN OKTAR: "Zengin olan Benim" diyor Allah, "Sizin hiçbirinizin malı yok." Beynimizin içine bir bakıyoruz. Gözümüzle bastırdığımızda malımız bir böyle gelip gidiyor. Bir de bakıyoruz ki beynimizin içinde bir görüntüden başka bir mal yok. Paralara bakıyoruz, masamızın üstüne koyuyoruz, gözümüze kenardan bastırdığımızda paralar böyle böyle gidip geliyorlar. Beynimizin içinde bir görüntü paralar. Altınlar da görüntü. Evler, arabalar da bir görüntü. Allah, "sizin" diyor, "malınız yok" diyor, "fakirsiniz" diyor Allah. Nasıl fakir biliyor musunuz? Mutlak fakir. "Hiçbir şeyiniz yok" diyor Allah. "Muhtaçsınız" diyor Allah ayrıca. "Allah ise Gani, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır" diyor Allah. O görüntüyü ben veriyorum size diyor Allah. 

SUNUCU: Şimdi bu görüntüyse ben buna nasıl dokunuyorum?  

ADNAN OKTAR: Beyninin içinde şu an onu algıladın. Beyninin içinde hissediyorsun. Parmak ucunda hissetmiyorsun. Yani parmak, görüntüden dolayı, yani 3 boyutlu olduğu için, parmak görüntüsü ikisiyle birleştiğinde beyninde hepsi aynı yerde algılandığı için 3 boyutlu algıdan kaynaklanan bir hisle sanki parmağının ucuyla dokunduğunu zannediyorsun. Parmağının ucundaki his yoktur. O anlamda his yoktur. Sadece his beyindedir. Mesela benim görüntümü görüyorsun. Uzakta gibi görünüyorum, aynı yerdeyiz. Senin yaka mikrofonunla benim yaka mikrofonum aynı yerde. Beyninin içinde aynı yerde oluşuyoruz. 

SUNUCU: Neden o zaman mesela ikimiz de sizi aynı yerde görüyoruz? Nasıl aynı görüyoruz o zaman? 

ADNAN OKTAR: Evet. Dışarıda bir madde gerçekliğimiz var, yani fakat saydamız dışarıda. Saydam, atomun yapısından kaynaklanıyor bu. Fakat simsiyah karanlık vardır, dışarıda karanlık yoktur. Fotonlar var. Fotonları biz ışık olarak algılıyoruz. Ses dalgaları var dışarıda, dalgalar var. Dalgalar, beynimiz radyo gibidir. Beynimize gelir beynimizdeki radyoda o sese dönüşür. Beynimizin içindeki kulak duyuyor. Bu kulakların hepsi sağırdır, iki kulak da bunlar cihaz. Yani titreşimi elektriğe dönüştüren cihazdır kulaklar. Yani dışarıdan gelen ses dalgalarını elektrik akımına dönüştüren cihazlardır. Kulakta hiçbir şekilde insan duyamaz. Burun da öyledir, insanlar burunla koklayamaz. Burun dışarıdan gelen gazları kimyasal maddeleri, elektrik enerjisine dönüştürür ve beyne iletir, beyinde biz koklarız. Yani beynimizin içindeki gülü koklarız biz. Gülün görüntüsü de yani dışarıdaki gül görüntüsü siyahtır, karanlıktır ve saydamdır, ışık olsa bile saydamdır. Dolayısıyla o kırmızı rengi, yeşil rengi tamamen beyinde oluşuyor, bir algıdır. Bunu savunmayan hiçbir bilim adamı yok. Dinsizi, imansızı, Budisti, Müslümanı, Hıristiyanı hepsi bu konuda ittifak halindedir. Yani bilimsel bir gerçektir bu. (Ekin TV, 11 Ocak 2010)


21. YÜZYIL İNSANLARIN MADDENİN GERÇEĞİNİ KAVRAYACAĞI YÜZYIL OLACAKTIR

ADNAN OKTAR: Ahir zamanda Hz. Mehdi (as) devrindeyiz. Böyle olacak diyor Resulullah (sav), muhbir-i sadık. Böyle oluyor. Ama bir on yıl sonra, 2012’den sonra insanların beyni, ruhu değişecek. Bambaşka bir aleme, bambaşka bir bakış açısında girecek insanlar. Hatta onu kıyamet olarak almıştı birçok insan. Ta milattan önceki devirlere ait yazıtlarda da vardır. 2012, ya bir kıyamet deniyor ya da insanların ruhunda esaslı bir değişim.

SUNUCU: Nasıl bir değişim?

ADNAN OKTAR: Maddenin hakikatini görecek insanlar. Şu an maddenin hakikatini bilmiyorlar. Mesela ben sizi şu an görüyorum. Beynimin içinde şöyle küçük bir yerde siz şu an oluşuyorsunuz, ama o kadar canlı ve o kadar net ki hakikaten uzak görünüyor şu an. Hakikaten uzak görünüyor. Mesela şu kadar görünüyorsunuz beynimin içinde. Küçük bir şey, bir insan gibi görünüyorsunuz o bana yetiyor ve hepsi de şu kadarcık yerde oluyor. Mesela ışık var beynin içinde pırıl pırıl, dışarıda ışık yoktur, dış alemde. Ve beynimin üstünde, apartmanda oturur gibi beynimin üstünde oturup sizi seyrediyorum şu an gözlerimden. Tabii bunun farkına varacak insanlar, yani şu an anlatsak da herkes tam anlayamıyor şu an. Mesela dışarıda ses yok, ses beynin bir yorumu, sırf beyne has bir şeydir, bu beyindeki ruhun yorumudur. Ses; dalga vardır dışarıda, yani dalga o kadar. İnsanlar dışarıda muazzam gürültü var sanıyorlar, dışarıda çıt yoktur yani hiçbir ses yoktur. Bütün ses beynin içinde ruh tarafından algılanır, o ses dalgalarını beyin ses olarak algılıyor. Görüntü de öyle; gözümüz görmez. Bakıyor gibi görünür, ama gözler görmez, gözler bir çift kameradır, etten kamera. Onlar ışık ışınlarını belirli bir noktaya düşürürler orada o kimyasal enerji elektrik enerjisine dönüşüyor. Elektrik enerjisi alıp onu beynimize götürüyor, tabii bu çok harika sistem o ayrı mesele. O elektriği ruhumuz dünya olarak görüyor, elektrik akımını. Çok düşük amperli bir elektrik, çok çok düşük o etin içinden geçer kablosuz mablosuz öyle geçer gelir ve bu kadar üç boyutlu net görüntü olur.... 2012’den itibaren kafaları tam açılacak insanların ve çok net görülecek. (Adıyaman Asu TV, 23 Kasım 2009)   



2.GÜN



Ertesi gün konu bir yemek sofrasında devam eder…

SABRİ: Arkadaşlar bütün gece düşündüm, hala cevaplayamadığım bir soru buldum. Tamam herşey beyinde algılanıyor ama dışarıda da bunların asılları aynen benim gördüğüm şekilde olmalı, eğer olmasaydı seninle konuşabilir miydik? Benim söylediklerimi nasıl anlıyorsun? Demek ki karşımda başka insanlar var ve onlarla ortak dili konuşup ortak tatları alıyoruz. Mesela yemek hepimize aynı tadı verdi, salatadaki limon hepimiz için ekşiydi, demek ki dışarıda herkesin yediği ortak bir yemek lezzeti, ortak bir limon tadı var. Veya fabrikaya gittiğimde işçiler orada çalışıyorlar ve onların işbölümü ile ürettikleri malları biz satıyoruz. Ben muhatap olmasam da dışarıda bu dünya aynen var. Öyle değil mi?

MURAT: Sabri Bey bunu sorduğunuz iyi oldu, böylece dün konuştuğumuz şeyleri hatırlama imkanı bulduk. Ama önce şunu belirtmek gerek, biz hiçbir zaman dışarıda madde yok demiyoruz. Bizim söylediğimiz, Allah'ın yaratttığı ve dışarıda var olan maddenin aslına hiçbir zaman ulaşamayacağımız. Yani hiçbir zaman bu sofranın, bu sofradaki tabakların, çatalların, bardakların, ekmeğin, çorbanın gerçek halini bilemeyeceğimiz. Her zaman sadece ve sadece beynimizdeki sofrada oturup, beynimizdeki sofrada yemek yiyip, beynimizdeki sofrada sohbet edeceğiz.

SABRİ: Doğru! 

MURAT: O zaman beni nerede görüyorsunuz?

SABRİ: Beynimde.

MURAT: Peki ya sesimi nerede duyuyorsunuz?

SABRİ: Beynimde…

MURAT: Bu oda, odadaki eşyalar, Sibel ve Tolga'ya ait ses ve görüntüler nerede oluşuyor?

SABRİ: Onlar da beynimde ama…

MURAT: Yediğiniz limonun ekşi tadını nerede hissediyorsunuz? 

SABRİ: Tamam anladım o da ve siz de beynimin içindesiniz! 

MURAT: Aynı şekilde eviniz, aileniz, işyeriniz, işçileriniz, ürettiğiniz mallar, seyrettiğiniz televizyon, gittiğiniz bir ülke, onların konuştuğu yabancı dil ve bunlara ait her türlü bilgi ve bunların arasında kıyas yapmanızı sağlayan hafıza da beyninizde değil mi?

Bakın bu önemli gerçekle ilgili Bertrand Russell ve L. Wittgeinstein gibi ünlü filozofların düşünceleri şöyledir: "… örneğin bir limonun nasıl bir süreçle varlaştığı sorulamaz ve incelenemez. Limon, sadece dille anlaşılan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk ve biçimden ibarettir ve yalnız bu nitelikleri bilimsel bir araştırmanın ve yargının konusu olabilir. Bilim, nesnel dünyayı asla bilemez."

SİBEL: O halde bir yiyeceği tattığımızda bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir sesi duyduğumuzda başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile aynı olduğundan emin olmamız mümkün değildir. Böyle söyleyebilir miyiz?

MURAT: Evet Sibel. Çok doğru ifade ettin. Ünlü bilim adamı Lincoln Barnett de bu konuyu tam olarak şöyle ifade ediyor: "Hiç kimse kendisinin kırmızıyı ya da do notasını duyuşunun başka bir insanınki ile aynı olup olmadığını bilemez." Biz ancak duyu organlarımızın bize ilettiği kadarını bilebiliriz. Çünkü dışımızdaki somut gerçekliğe doğrudan ulaşmamız mümkün değildir. Onu da yorumlayan beyindir. Aslına hiçbir koşulda ulaşamayız. Dolayısıyla aynı şeyden söz ettiğimizi düşündüğümüzde dahi, aslında herkesin beyni farklı bir şey algılıyor olabilir. Bunun sebebi algılanan şeyin algılayana bağlı oluşudur.

İşte görüyorsunuz, her an sadece algılardan oluşmuş bir görüntüyü seyrettiğimiz, dışımızdaki nesnelerin asıllarıyla hiçbir şekilde muhatap olamadığımız konusunda yapılacak bir itiraz veya getirilecek aksi bir delil yoktur. Bu aşamadan sonra insanın bunu kabul etmesini engelleyen şeyler samimi şüpheler değil, önyargı, dünyaya bağlılık, hırslar gibi kişisel sorunlardır.

SABRİ: Biraz düşünmem lazım!

SİBEL: Dünden beri bu konuyu düşünüyorum. Aklımda hiç şüphe kalmadı, ama insanın alışması biraz zor oluyor; çünkü gördüğüm şeylerdeki sonsuz sayıdaki ayrıntı dikkatimi dağıtıyor. Murat, bir soru da ben sormak istiyorum. Bu mükemmel görüntüler nereden geliyor? Gerçi cevabını tahmin ediyorum ama sen anlatırsan daha iyi olur.

TOLGA: Ben daha önce bir şey eklemek istiyorum. Dün gece Murat'ın anlattığı konularla ilgili çok sayıda kitaba baktım. Ayrıca internette de uzun bir vakit geçirdim. Sabaha kadar bu konuyu araştırdım. Aslında senin de söylediğin gibi Eflatun'dan Muhyiddin Arabi'ye, Immanuel Kant'tan George Berkeley'e kadar düşünürlerin büyük bir kısmı bu konuyu bir şekilde anlamış ve anlatmış. Ancak yaşadıkları dönemin koşulları ve karşıt görüşlerin baskısı, konunun tam olarak anlaşılmasını ve yaygınlaşmasını engellemiş. Bir kısmı da keşfettikleri şeyi yanlış değerlendirmişler. Ben bunları inceledikten sonra, bu konuyu yabancı kaynaklarda biyoloji, fizik ve anatomi açısından da araştırdım ve herşeyin algıda anlam kazandığı ve  beynimizdeki bir görüntüyü seyrettiğimiz konusunda hiç şüphem kalmadı. 

MURAT: Tolga, çalışman için seni kutlarım. Maddenin bir algılar bütünü olması gerçeğini yarım anlayanlar; "Bu bir idealizmdir, bilinen eski bir felsefedir." diyerek konuyu geçiştirmeye çalışmaktadırlar. Oysa bu, geçiştirilecek bir konu değildir. Bütün insanlık için ehemmiyeti çok büyük olan fevkalade önemli bir gerçektir. Senin de söylediğin gibi bu konu ne düşünce dünyasında ne de bilim dünyasında yeni bir konu değil. Bilimin henüz çok fazla gelişmediği çağlarda da düşünen bazı kişiler bu konuyu ya ilahi kitaplar ve elçilerin yol göstermesiyle ya da tefekkür yoluyla fark etmişlerdir. Biraz önce de bazı düşünürlerden alıntılar yaptık zaten. 
Felsefenin iki kolundan biri olan idealizm ve İlahi dinlerde rastladığımız tasavvuf bu konuyla yakından ilgilenmiştir. Ayrıca gelişen bilimle beraber fizik, astronomi, atom fiziği, psikoloji, biyoloji, tıp gibi bilimler ister istemez bu gerçeğin teknik yönlerini ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden bu konunun insana yabancı gelmesi, bu saydığımız konulara uzak olmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki bugün liselerdeki biyoloji derslerinde bile algıların beyinde oluşması konusu etraflıca anlatılmaktadır. Yani her insan okulda öğrendiği birkaç biyoloji bilgisiyle bile bu gerçeği kavrayabilir.

TOLGA: Böyle çok bilinen bir konudan  haberdar olmamak inanılacak gibi değil! Bunu düşünmeyi engelleyen insanların amaçlarını anlayamıyorum! 

MURAT: Senin de söylediğin gibi, hem bu gerçeği keşfeden kişilerin içinde bulundukları koşullar, hem bu kişilerin büyük bir kısmının yaptığı yanlış yorumlar ve en önemlisi insanların bu konuya karşı olan tepkileri bu konunun bütün dünya tarafından anlaşılmasını engellemiş. Maddeci dünya görüşü bu gerçeği saklamak, yalanlamak, engellemek için her türlü çareye başvurmuştur. Mesela bu konuyu çok iyi anlamış bir filozof olan Berkeley, döneminin en büyük düşünürü olmasına rağmen bu konudaki çalışmalarına karşı, Fransız materyalistleri başta olmak üzere yoğun bir hakaret ve karalama kampanyası başlatılmış, Berkeley deli olmakla bile suçlanmıştır, ancak yazdığı eserler birçok kişinin gerçeği görmesine de vesile olmuştur.

Ve bilmelisiniz ki bu gerçeği anlamak, yepyeni ve gerçek bir hayata başlamak ve insanın hayata bakış açısının tamamen değişmesi demektir. Bu durumda maddeyi mutlak gerçek zannettiren aldatıcı materyalist düşünceler ortadan kalkar. Gerçek evrenin farkına varılır. Kişi ömrü boyunca, bir algıdan ibaret olan görüntülerle hem eğitilir hem de imtihan olur. Sonsuzluk, zamansızlık, kader gibi konuların sırrı da bu gerçek içinde saklıdır.

SİBEL: Hem de çok büyük bir gerçek bu. Ama ben hala merak ediyorum. Lütfen bu görüntülerin kaynağını artık anlatır mısın bize?

MURAT: Evet, sıra Sibel'in sorusunda. İleride çok daha detaylarına gireceğim ama ben baştan sana bildiğin gerçeği söyleyeyim. Tüm bu görüntüleri bize izleten, algılar içinde bir hayatı yaşatan Allah'tır. Bu, apaçık bir gerçek. Ama Allah'ın sonsuz kudretini, herşeyi yoktan var ettiğini anlatmadan önce size biraz daha detay vermek istiyorum.

SİBEL: Evet, herşeyi Allah'ın bize izlettirdiği benim de çok iyi kavradığım bir konuydu. Ama dediğin gibi sen anlatacaklarına devam et. Sonra bu konuda benim de söylemek isteyeceğim bazı şeyler olacak.

MURAT: Şu anda biliyoruz ki bizim hayat olarak yaşadığımız herşey, gördüğümüz her görüntü, duyduğumuz her ses beynimizde oluşuyor. Bizim dünya dediğimiz şey, algılardan oluşan üç boyutlu bir görüntüdür. Dışarısı ile yani maddi dünya ile doğrudan muhatap olduğumuza dair bir bilgi, bir kanıt, bir ispat yok. Ömrümüz boyunca bize gösterilen görüntülerden başka bir şeyle muhatap olamıyoruz. Mesela bakın televizyonda ünlü bir sunucu var ve gazetecilerle röportaj yapıyor. Tolga, bu durumu sen bize açıklayabilir misin?

TOLGA: Bu sunucu belki farkında değil, ama aslında o televizyona çıktığında kalabalığa karşı şov yapmıyor, beyninin içindeki görüntüye şov yapıyor, yani yaptığını zannediyor. Basın toplantısı yaptığını zannederken aslında beyninin içindeki basın mensubu görüntülerine basın açıklaması yapıyor, yani yaptığını zannediyor. Mesela bu sunucunun programını seyreden kişiler de, her biri ayrı ayrı beyinlerinde sunucuyu görüyorlar. Sunucu da kendi beynindeki salonda kalabalık bir halk görüntüsünü görüyor. Onlara bir şey anlatmaya niyet ediyor. Halbuki tüm bunlar, içi kapkaranlık olan beyninin içinde gerçekleşiyor.

MURAT: Tolga bu konuyu çok güzel ifade etti. Ancak insan bu şekilde düşünmeye pek alışık değildir. Bu nedenle daha bol örnek üzerinde konuşalım isterseniz. En sevdiğiniz programlar hangi kanalda oluyor? Durun diğer kanallara da bakalım.

TOLGA: Bakın burada da bir talk-show var! Daha önce izlemiş miydiniz? Bu programda hep hipnoz gösterisi yapıyorlar. Murat, bu hipnoz da bizim konumuzun içinde değil mi?

MURAT: Neredeyse unutuyordum! Elbette, hipnoz bu konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilir. Ekrandaki hipnozcuya bakın. Yaptığı telkinlerle, seyircilere olmadık şeyler yaptırıyor. Bakın şu çocuk kendini ünlü bir futbolcu, bütün minderleri de top olarak görüyor. Şu bayan her tarafta lekeler görüyor ve elindeki bezle onları silmeye çalışıyor. Uzun boylu çocuk etrafında gördüğü herkesi uzaydan gelmiş bir yaratık zannediyor. 

İşte siz de gördünüz. Rüya gibi, hipnoz esnasında da kişiye verilen suni telkinlerle hiç olmayan bir dünya inşa edip, hipnoz olmuş kişiyi bu dünyada yaşatmak mümkündür. 

SİBEL: Doğru, şimdi bu çocuğa gidip "bunların hepsi hayal, sana hipnoz yaptılar, aslında ne sen ünlü bir futbolcusun ne de bu tekmelediğin şeyler top!" desek çok negatif bir tepkiyle karşılaşabiliriz. Şu anda kalabalık bir salondasın, yüze yakın kişi senin hipnoz seansını izliyor desek, söylediklerimize kesinlikle inandıramayız.

MURAT: Evet haklısın, şimdi gelelim bugünün konusuna, dün ve bugün, "Herşey algılardan oluşuyor ve bunlar sonunda gelip beynin ilgili merkezine ulaşıyorlar ve biz de orada algıladığımız bu görüntülere bir anlam veriyoruz" demiştik. Burada üç tane önemli soru var. Birincisi, bütün bu işleri beyin mi yapıyor? İkincisi, bu görüntüyü seyreden yani ben dediğimiz şeyin mahiyeti nedir? Üçüncüsü de bu görüntülerin kaynağı ve bize gösterilmesinin sebebi nedir?

TOLGA: Tabii ki bütün bu işleri beyin yapıyor. Düşünsene, beynimiz olmasaydı ne görüntü kalırdı ne de his!

SABRİ: Doğru söyledin.

MURAT: Yani sizce bu görüntüleri gören, hisseden, gülen, ağlayan, vicdan, ahlak gibi daha sayısız manevi değere sahip olan şey beyin midir? Beyin ortalama 1.5 kiloluk bir et parçası değil midir? Beynin maddi varlığının gördüğümüz diğer nesnelerden bir farkı var mıdır? Bunları bir düşünün. Beyin de kol gibi, bacak gibi bir görüntü değil mi?

SİBEL: Haklısın. Bunu hiç düşünmemiştim!

SABRİ: Bir dakika sen ne demek istiyorsun! Yani beyin de mi beynin içinde algılanan bir görüntü? O zaman biz herşeyi nerede görüyoruz söyler misin?

MURAT: Şaşıracağınız bir konuyla bu sorunu açıklamaya çalışacağım. Şimdi anlatacağım konuyu belki de ilk defa duyacak olabilirsiniz. Biraz evvel nasıl gördüğümüzü ve duyduğumuzu anlatırken kulağımıza gelen ses dalgalarının sinirlerle bir elektrik sinyali olarak beyne iletildiğini ve duyma işleminin beyinde gerçekleştiğini anlatmıştım. Ancak tüm bunlardan daha dikkat çekici olan, beynin içinde, tüm bu kusursuz işlemlerin sonucunda üç boyutlu ve rengarenk görüntüyü gören, sesleri hiçbir kusur olmadan duyan, yüzlerce farklı tadı birbirinden ayırt edebilen, düşünebilen, hissedebilen, hesap yapabilen bir varlığın bulunmasıdır. Beyin sadece gözden, kulaktan, burundan, dilden, deriden gelen elektrik sinyallerini kendinde toplar. Ancak beynin içinde bu sinyalleri yorumlayan, yani görüntüyü gören bir başka varlık vardır. Bunları beynindeki hücrelerin yaptığını söyleyemezsin değil mi Sibel?

SİBEL: Tabii ki Murat, hücre dediğin şeyin gözü, kulağı yok ki görsün, işitsin!

MURAT: Evet, işte şaşırtıcı olan da budur. Bu varlık göze ihtiyaç duymadan gören, kulağa ihtiyaç duymadan duyan, gördüklerini işittiklerini idrak eden bir varlıktır. Bilim adamları da bu konuda açıklamalar yapmışlardır bugüne kadar. Örneğin R.L. Gregory isimli yazar bu konuyla ilgili durumu şöyle açıklamıştır: "Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu söylemeye yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak gerekir. Beyinde bir resim oluştuğu söylenirse bunu görmesi için içte bir göz daha olması gerekir -fakat bu gözün resmini görebilmek için bir göze daha ihtiyaç olacaktır,... ve bu da sonsuz bir göz ve resim olması anlamına gelir. Bu mümkün olamaz." Gördüğünüz gibi, bu yazar aslında durumu anlamış ve açıkça ifade etmiştir. Ama materyalist görüşleri nedeniyle "içteki göz"ün kime ait olduğunu cevaplayamamış ve gerçeği baştan reddetmiştir. Karl Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa dikkat çekmiştir: 

"Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan", vb. üzerine düşünüp durmuşlardı. Ben -beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi gerçekleştiren kim?" Assisi'li Aziz Francis'in de söylemiş olduğu gibi: "Aradığımız şey bakanın ne olduğudur."

Şimdi ben de size tekrar soruyorum, burada benim anlattıklarımı dinleyen, gördüğü resimlerle, şemalarla ilgili detayları soran, aklına takılan konulara cevap arayan bu şuur –beyninizin içindeki hücreler ve algı merkezleri değilse- kimdir?

TOLGA: Nasıl yani, beynimizde bizim söylediklerimizi, sorularımızı dinleyen ve yorumlayan bizim bilmediğimiz biri mi var? 

MURAT: Sorduğun sorunun cevabı çok önemli Tolga. Çünkü bugüne kadar yapılan incelemeler ve gözlemlerle böyle bir merkeze, varlığa rastlanmamıştır dedim. O halde insanın beyninde oluşan bu sesi, müziği, insan konuşmasını dinleyen insanın şuurudur.

TOLGA:  Şuur mu dediniz? Peki bu şuur beynimizin içinde nerede?

MURAT: Şuur derken beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası, sinir hücrelerinden bahsetmiyorum. Bu şuur, Allah'ın yarattığı ve insana vermiş olduğu RUH‘tur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz. Bu, Allah'ın bir mucizesidir. 

SİBEL: O halde gerçekte gören, duyan, hisseden yalnızca ruhumuzsa, duyu organlarımızın sadece bir araç olduğunu söylememiz doğru olur mu?

MURAT: Elbette, Sibel. Bu, açık bir gerçek. 

SİBEL: Bu gerçek insanı heyecanlandırıyor.

SABRİ: Üstelik hem şaşırtıyor hem de düşündürüyor. İnsan hiçbir şeye gücünün yetmediğini bir kez daha anlıyor ve Allah'ın büyüklüğüne şahit oluyor. 

MURAT: Söylediğiniz çok doğru Sabri Bey. Sizin gibi bu açık ve ilmi gerçeği öğrenen her insanın aslında beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp O'ndan korkup O'na sığınması gerekir.

TOLGA: Ben de anlıyorum! Beynimizle de bir algı olarak muhatap olabildiğimize göre bunları gören, algılayan, bir tek şey olabilir. O da, Allah'ın yarattığı ve hepimize verdiği ruhumuzdur. Ruhun görüntüden farklı, özel bir varlık olduğu belli. Bugüne kadar bütün bu özelliklerin beyne ait olduğunu nasıl düşündüm bilmiyorum!

MURAT: Ruhun bir özelliği ise gördüğü görüntüden etkilenmesidir. Görüntüler ruhta doygunluk, acı, neşe, korku gibi hislerin oluşmasına yol açar. Yani bu görüntüler ruhu etkileyecek, ruh ise bu görüntülerden etkilenecek şekilde yaratılmıştır. Bu şekilde kendimizi kişiye özel bir dünyada, bir imtihan ortamında buluruz. Böylece dünya hayatı dediğimiz şeyin ruh tarafından seyredilen özel görüntüler olduğu ortaya çıkar. 

SİBEL: Ruh tek başınaysa ve sadece görüntüleri algılayan varlık durumundaysa bu görüntüleri bize seyrettiren, ruh dışında üstün bir varlık vardır. Ayrıca bu görüntüleri bize seyrettirmesinde de mutlak bir amaç vardır.

MURAT: Evet Sibel. Aslında hiç bu kadar uzatmadan bir seferde anlaşılabilecek bir durum bu. Senin de bildiğin gibi bize herşeyi seyrettiren, üstün ilim sahibi Allah'tır. 
Bu görüntüler kesintisiz olarak ruhumuza izlettirilir. Allah bu şekilde hepimizi kendi dünyamızda yaşatmakta ve imtihan etmektedir.

SİBEL: Bunu bir televizyon yayını gibi de düşünebiliriz değil mi? Yani Allah, dünya olarak algıladığımız görüntülerin belirli bir hikmet ve ilimle ruh dediğimiz varlık tarafından algılanmasını sağlar. Bu yayın kesilmediği ve değişmediği sürece, yani Allah bize dilediği görüntüleri gösterdiği sürece biz hiç farkına varmadan olaylara tepki veririz, halbuki biz ruh ve ruhun seyrettikleri dışında bir dış dünya ile muhatap değilizdir.     

MURAT: Elbette! Ruhun varlığı açık bir şekilde ispatlandıktan sonra geriye bu görüntülerin kaynağı ve sebebi kalıyor. Ayrıca bütün bu öğrendiklerimizden çıkaracağımız hayati öneme sahip sonuçlar var. Birinci konu, görüntülerin kaynağı ve mahiyetidir. Artık biliyoruz ki biz maddenin aslıyla muhatap değiliz ve sadece algılardan oluşmuş mükemmel bir dünya seyretmekteyiz. Bu görüntülerin mükemmelliği, yaratılışındaki sanat, ilim, hikmet gibi unsurlar bize üstün Yaratıcmız'ı tanıtmaktadır. Herşeyi yaratan Allah'tan başka mutlak varlık yoktur. Allah'ın varlığı dışında kalanlar bize Allah'ın görüntü olarak gösterdiği tecellileridir. Allah bütün gücün, aklın, ilmin, sanatın, kudretin, hikmetin sahibidir. Biz görüntüleri, görüntülerin yaratılışındaki üstün ilmi, ruhun görüntü karşısındaki durumunu düşünerek Allah'ın varlığının ve sıfatlarının en mükemmel şekilde farkına varırız. Eğer biz bu gerçeği bu şekilde bilmezsek, Allah'a iman konusunda büyük eksiklikler yaşar, çok yanlış kanaatlere sahip oluruz.

SİBEL: O halde Allah'tan başka varlık yoktur. 

MURAT: Elbette Allah'ın varlığı dışında mutlak anlamda bir varlık yoktur, olması da mümkün değildir. Varlıklar, bizim için sadece ruhun gördüğü görüntüler, gece gördüğümüz rüyalar gibi bir hayal, bir algı şeklinde vardır. Bunun dışında bir şeyin mutlak olarak var olduğunu iddia etmek, onunla muhatap olabildiğini söylemek yanlış bir inançtan kaynaklanmaktadır.
Ayrıca, herşey Allah'ın yarattığı bir algı olduğu için, hiçbir varlığın da Allah'tan bağımsız bir güç ve iradesi yoktur. Bazı insanlar Allah'ın varlığını anlatmaya çalışırken, "Allah'ı göremiyoruz ama radyo dalgalarını da göremiyoruz ve radyo dalgalarının var olduğunu biliyoruz. O zaman Allah radyo dalgası gibi vardır" tarzında garip mantıklar kullanırlar ki bu çok yanlıştır. Bu mantıkla düşünen insan, maddeyi mutlak varlık kabul etmekte, Allah'ı ise (Allah'ı tenzih ederim) maddeyi çevreleyen soyut bir varlık gibi tahayyül etmektedir. Oysa gerçekte Allah mutlak varlıktır, diğer varlıklar O'nun yarattığı tecellilerdir. Allah vardır, diğer herşey birer gölge varlıktır.

SABRİ: Ama biz bu konuları böyle öğrenmedik! Yani tamam herşeyi Allah yaratmıştır, Allah'tan başka ilah yoktur ve en üstün sıfatlara sahiptir ama dünyada biz tamamen kendi irademiz ve aklımızla yaşarız. Yani insan kendi yolunu kendi çizer. 

MURAT: Sabri Bey'in ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Allah hakkında, kader hakkında birçok yanlış inanç yüzünden insanların kafası karışmış durumda. Maddenin kendi başına Allah'tan bağımsız olduğuna inanan bir insan, elbette ki herşeyi kendi birtakım düşüncelerine göre değerlendirecektir. Allah'ın sonsuz gücünü, sonsuz ilmini, mutlak varlığını kavrayamayanlar, Allah'ın varlığı hakkında çok yanlış görüşlere sahiptirler. O'nu göklerde bir yerde bulunan, dünya işlerine müdahale etmeyen bir varlık olarak (Allah'ı tenzih ederim) tasvir ederken yaşadıkları dünyanın tek elle tutulur gerçeklik olduğuna inanırlar. Hatta az önce de belirttiğim gibi pervasızca asıl maddi varlıkların kendileri olduklarını, (Allah'ı tenzih ederim) Allah'ın ise bir hayal, maddi olmayan ruhani bir varlık olduğunu, maddeye de etki etmediğini düşünür ve savunurlar. Veya, Allah'ı gözleri ile göremedikleri için, "herhalde Allah bizim göremeyeceğimiz bir yerde, uzayın veya göklerin uzak bir yerinde bulunuyor" derler. (Allah'ı tenzih ederim) Bunların hepsi büyük bir yanılgıdır. 

Çünkü Allah, sadece göklerde değil her yerdedir. Allah, tek mutlak varlık olarak, tüm kainatı, tüm insanları, yerleri, gökleri, her yeri sarıp kuşatmıştır ve Allah tüm evrende tecelli etmektedir. Hadislerde rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (sav), Allah'ın gökte olduğunu söyleyen bir şahsa doğru söylediğini bildirmiştir. Ancak bu rivayet, Allah'ın her yerde olduğu gerçeğiyle hiçbir şekilde çelişmemektedir. Zira, dünyanın sizin bulunduğunuz noktasındaki bir kişi ellerini göğe kaldırarak Allah'a dua etse ve Allah'ın gökte olduğunu düşünse, Güney Kutbu'nda bir başka insan da aynı şekilde Allah'a yönelse, Kuzey Kutbu'nda bir insan ellerini göğe kaldırsa, Japonya'daki bir insan, Amerika'daki bir insan, Ekvator'daki bir insan da  aynı şekilde ellerini göğe kaldırarak Allah'a yönelse, bu durumda herhangi bir sabit yönden söz etmek mümkün değildir. Aynı şekilde evrenin ve uzayın farklı noktalarındaki cinler, melekler, şeytanlar da göğe doğru dua etse herhangi bir sabit gökten veya yönden söz etmek mümkün olmayacak, tüm evreni kaplayan bir durum olacaktır. 

Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah zamandan ve mekandan münezzehtir. Allah'ın Zatı başkadır. Allah'ın tecellileri ise her yerdedir. Bir kişi bir odaya girse burada Allah yok derse, Allah'ı inkar etmiş olur. Allah'ın tecellileri o oda da dahil her yerdedir. Siz her nereye dönerseniz, Allah'ın tecellisi oradadır. Allah'ın her yeri sarıp kuşattığı, bize şah damarımızdan yakın olduğu, her nereye dönersek Allah'ın yüzünü göreceğimiz birçok Kuran ayeti ile bildirilmiştir. Örneğin Allah, Bakara Suresi'nin 255. ayetinde "... O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır...." diye bildirmektedir. Hud Suresinin 92. ayetinde ise, "... Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır." denilerek, Allah'ın insanları da yaptıklarını da kuşattığı bildirilmektedir. 

SİBEL: Ben de hep böyle düşünüyordum; çünkü bize böyle öğrettiler. Ama şimdi  ne kadar yanıldığımı anlıyorum. 

MURAT: Bu konu Kuran'ın birçok ayetinde açıklanmıştır. Bir kısım ayetlerin anlaşılmasında da önemli bir sır niteliğindedir. Sizin gibi, maddenin bir nevi hayal olduğunu anlayan insanlar için artık herşey açık ve anlaşılır bir hale gelir. Böyle bir durumda insan, Allah'ın kendisine ne kadar yakın olduğunu bir anda kavrar. Böylece Allah hakkında yapılan yanlış yorumlar, insanların sahip olduğu yanlış inançlar da hemen gün ışığına çıkar. Allah'ın insana yakınlığı konusunu bugüne kadar çok fazla düşünmemiş olabilirsiniz. Ama bu gerçekler düşünüldüğünde anlaşılıyor ki aslında hayatımız boyunca bize en yakın olan varlık, Allah'tır. 

TOLGA: Hiç bu şekilde düşünmemiştim!

MURAT: Evet Tolga! Allah sana benden, Sibel'den, Sabri Bey'den hatta senin kendinden bile daha yakındır. Kaf Suresi'nin 16. ayetinde Allah insan için, "Biz ona şahdamarından daha yakınız" demektedir. İsra Suresi'nin 60. ayetinde ise "Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" şeklinde bu gerçek belirtilmiştir. Ancak bir insan, bedeninin "madde"den ibaret olduğunu zannettiğinde bu önemli gerçeği kavrayamaz. Örneğin "kendi" zannettiği yer beyniyse, dışarısı olarak kabul ettiği yer kendisine 20-30 cm. gibi bir uzaklıkta olur. Ama maddenin aslıyla muhatap olmadığını, yalnızca zihnindeki algılarla karşı karşıya olduğunu kavradığında artık dışarısı, içerisi, uzak, yakın gibi kavramlar anlamsızlaşır. Allah kendisini çepeçevre kuşatmıştır ve ona "sonsuz yakın"dır. 

TOLGA: SONSUZ YAKINLIK! Daha önce bunu hiç düşünmemiştim. Çok açık, çok net ama aynı zamanda da bugüne kadar düşünmediğim bir gerçek. Gerçekten çok şaşırtıcı!

MURAT: Bakın bu konuyla ilgili başka ayetler de var. Bu ayetleri size söylemek istiyorum. Lütfen dinleyin.

Hele can boğaza gelip dayandığında,
Ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz,
Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz. (Vakıa Suresi, 83-85)

Bir başka ayette ise bu konudan şöyle söz ediliyor:

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

TOLGA: Evet, ayetler çok açıklayıcı oldu. Gerçekten de sonsuz yakınlık derken neyi kastettiğini şimdi çok daha iyi anladım.

SİBEL: Açıkçası ben de anladım ve çok heyecan duydum. Allah her an benimle beraber, her dua ettiğimde duamı işitiyor, her yaptığımı, her düşündüğümü biliyor. Yani bana benden daha yakın. Bu, gerçekten çok büyük bir gerçek. İnsan bugüne kadar bunları nasıl düşünemediğini anlayamıyor.

MURAT: Maddenin gerçek mahiyetinin anlaşılması daha başka önemli gerçekleri de karşımıza çıkarır. Bu gerçeği düşünen insan Allah'tan başka bir mutlak varlık olmadığını, herşeyi Allah'ın yaratıp her an kontrol ettiğini anlar. Örneğin Neml Suresi'nin 64. ayetinde Allah, "halkı sürekli yaratmakta olan" olduğunu haber vermiştir. Yani herşeyin her an yaratıcısı Allah'tır. Fatır Suresi'nin 41. ayetinde bu gerçek, "Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz…" şeklinde açıklanmaktadır. Yani kainattaki herşey, her an Allah'ın hakimiyeti altındadır; O'nun izni ve yaratmasıyla varlığını sürdürmektedir.

TOLGA: Şimdi çok daha iyi anlıyorum. Yani biz herşeyi seyrediyoruz ve Allah'tan başka güç sahibi yok, demek ki ben bir şey yapıyorum derken o şeyi aslında Allah yaratıyor ben ise kendim yapıyormuş gibi hissediyorum değil mi?

MURAT: Çok doğru. Allah'ın yarattığı ve ruh tarafından algılanan görüntülere müdahale etmek söz konusu değildir. Bize seyrettirilen görüntüde ne varsa onu görürüz. Bu görüntüyü değiştirmek, etki etmek mümkün değildir. Bu aşamada kader konusu da rahatça anlaşılır. Allah'ın yarattığı bu dünya görüntüsünde ne seyrediyorsak o bizim kaderimizdir. Kendi hayatımız olarak algıladığımız belirli olayların akışını bir filmi izler gibi seyrederiz. Bizim için takdir edilen kaderde ne varsa onu hisseder, onu algılarız. Bu konu Kuran'da, İnsan Suresi'nin 30. ayetinde: "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.", Enfal Suresi'nin 17. ayetinde ise: "... attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı..." şeklinde açıkça belirtilmiştir. Saffat Suresi'nin 17. ayetinde ise aynı gerçek: "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır." diye haber verilmiştir. Bu ayetler, insanın Allah'tan bağımsız olmadığını göstermektedir.

SİBEL: Halbuki çevremizde çok yaygın olarak "kaderini yendi" veya "kader kurbanı oldu" gibi ifadeler duyuyoruz. 

MURAT: Bu ifadeler bilgisizlikten, kader gerçeğini, Allah'ın sonsuz kudretini kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Kaderi size en genel manada şöyle tanımlayabilirim: Kader, Allah'ın geçmiş, gelecek ve şu anı tek bir an olarak bilmesidir. 

SABRİ: Bunu biraz daha açıklayabilir misin Murat? Henüz gerçekleşmemiş olayların bilinmesi nasıl olur?

MURAT:  Sabri Bey, yaşanmamış bir olay insan için yaşanmamıştır. Allah ise zamandan ve mekandan münezzehtir, zaten zamanı ve mekanı yaratan Kendisi'dir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir.

SİBEL: O halde kaderini yenmek diye bir şey olamaz. 

MURAT: Evet Sibel, çok doğru ifade ettin. İnsan kadere müdahale edemediği gibi kaderinde olmadığı sürece bir adım bile atamaz. Mesela insanın ömrü uzamaz veya kısalmaz. Bunu, Allah Kuran'ın Sebe Suresi'nin 30. ayetinde: "De ki: "Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki, ondan ne bir an ertelenebilirsiniz, ne de (bir an) öne alınabilirsiniz" şeklinde belirtmiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi tesadüfen bir şey olmaz, kazayla bir olayla karşılaşılmaz. Herşey Allah'ın belirlediği şekilde, belirlediği vakitte meydana gelir. Bunu engellemek ya da değiştirmek insanların elinde değildir. Yani insanların böyle bir gücü yoktur.

TOLGA: İnsanlar ölüm, kaza, hastalık gibi durumlarda ya da işler kendi istedikleri şekilde gelişmeyince bir çeşit isyan duygusu yaşıyorlar. Şimdi bunun ne kadar yanlış olduğunu daha iyi anlıyorum. 

MURAT: Seyrettiğimiz her olayı, her an Allah yarattığı için bir hikmet, bir bir ilim taşır. Hiçbir şey boş yere yaratılmaz. Mesela bir işadamı Ankara'ya gitmek için uçağa biniyor, ama son anda cüzdanını havaalanında unuttuğunu hatırlayıp uçaktan iniyor, o olmadan havalanan uçak düşüyor ve böylece işadamı ölmüyor. Böyle bir durumda kader gerçeğini kavramamış bir kişi, bu adam için "Ölümden kurtuldu, kaderini değiştirdi." gibi şeyler söyleyecektir. Aslında bu kişinin yaşadığı her an onun kaderinin bir parçasıdır. Uçağa binmesi, cüzdanı unutması, uçağın düşmesi ve dışarıdan bakan bir kişinin yaptığı yorumlar hep kaderinde vardır, bir değişiklik olmamıştır. Kader aslında tüm hayata hakim olan bir bütün şeklinde yaratılmıştır. Bu kader ilk yaratma anında bellidir. 

TOLGA: Yani biz dünyaya gelmeden önce yaşayacağımız her olay bellidir, Allah tarafından bilinmektedir mi demek istiyorsun?

MURAT: Evet Tolga. Bak bunu sana yine Kuran'dan bir ayet ile açıklayacağım. Allah insanlara şöyle söylüyor: "Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kuran'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın." (Yunus Suresi, 61) Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, yeryüzünde gerçekleşmiş ve gerçekleşecek olan her olay, henüz bu evren yaratılmadan Allah Katında yazılmıştır. İşte bu nedenle de sen henüz dünyaya gelmeden, hatta senin annen, baban, deden bile dünyada yokken senin bugün burada bizimle bu konuşmayı yapacağın Allah tarafından bilinmektedir.

SİBEL: Ben yine kaderin yanlış anlaşılmasıyla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Benim bir tanıdığım deri kanserine yakalanmıştı, çok az ömrü kaldı deniyordu ama yurt dışında tedavi gördü ve iyileşti. O sıralarda böyle yorumlarla daha sık karşılaşıyordum. "Ölümü yendi", "ömrü uzadı" gibi şeyler söylüyorlardı.

MURAT: Sizin de anladığınız gibi ömrün uzaması veya kısalması söz konusu değildir. Hasta olan kişi kaderinde hasta olduğunu, ölüme yakın olduğunu, tedavi olduğunu ve iyileştiğini görür. Bütün bu olaylar belirli bir sırada ilerler ama aslında tümünün sonucu baştan bellidir. 
Bu gerçeği öğrenince, bize karmaşık gelen ancak çözemediğimiz birçok konunun kolayca hallolduğunu görürüz. Burada en önemli konu, Allah'ın tek mutlak varlık, tek güç sahibi olması ve herşeyi sarıp kuşatmasıdır. Bu durumda Allah bize şah damarımızdan da yakındır. Herşey kontrolü altındadır, herşeyi Allah en güzel şekilde düzenleyip belirlemiştir. İnsan sadece kendi için belirlenmiş kaderi seyreder. Bu ise her türlü maddi veya manevi endişeyi, gelecekle ilgili korkuları yok eder. İnsanın dünyaya yönelik tutku ve hırsları önemini yitirir, yalnızca Allah'ın rızası önem kazanır. Böylece insan, olayları gerçek anlamıyla ve doğru bir şekilde görüp yorumlar. Herşeyin yaratıcısı ve mutlak hakimi üstün yaratıcı olan Allah'ın gücünün ve hakimiyetinin farkına varır.

TOLGA: Bu anlattıkların çok hassas ve çok önemli konular. Bunu yanlış anlayanlar, yanlış yorumlayanlar olmuş mu geçmişte? 

MURAT: Çok haklısın! Tarihte bu tür sapkın anlayışlar olmuş. Mesela bazı akımlar konuya tek açıdan bakmış ve "ibadete ne gerek var, zaten herşeyi Allah yapıyor" demişler ve ibadetleri terk etmişlerdir. Bazıları ise "insan boşuna uğraşıyor" diyerek miskin bir davranışı benimsemiş, hiçbir şey için çaba göstermez olmuşlardır. Daha da sapkın bir görüşe sahip olanlar ise kendilerini (Allah'ı tenzih ederiz) Allah ile bir görecek derecede ileri gitmişlerdir. Bu tarz sapkın görüşlere kapılan kişilerle ilgili olarak Enam Suresi'nin 148. ayetinde, "Şirk koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: "Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak "zan ve tahminle yalan söylersiniz." denilerek zan üzerine hareket eden bu tarz kişilerin aslında doğruyu söylemedikleri ve doğru yolda olmadıkları haber verilmiştir.

SİBEL: Bu çok önemli bir konu. Biraz daha detaylandırabilir misin?

MURAT: Burada bilmemiz gereken çok önemli bir konu var. Allah dünyada bir imtihan ortamı yaratmış ve insanlara elçiler ve kitaplar göndererek onlara doğru yolu ve sorumluluklarını bildirmiştir. Biz, beden görüntüsüyle bağlı olduğumuz bu imtihan ortamında Allah'ın bize bildirdiği şekilde davranmakla yükümlüyüz. Yani biz bu görüntülere verdiğimiz tepkilerin sorumluluğunu taşıyoruz. Ahirette, bu görüntü ortamında yaptığımız şeylerin karşılığını cennet veya cehennem olarak göreceğiz. 

SİBEL: Hem hiçbir şeyi biz yapmıyoruz hem de yapıyoruz öyle mi? 

MURAT: Sibel konunun iki yönü var; birincisi zahiri yani görünen yönü. Bu açıdan bakıldığında insan her yaptığı şeyden sorumludur. Biz, beden görüntüsüyle bu dünyaya bağlıyız ve ruhumuz bu görüntü dünyasında meydana gelen olaylardan etkileniyor. Allah bize böyle bir his veriyor. Yani acıkınca beden görüntüsünü yemek görüntüsüyle doyurmak zorundayız. Beden hastalanınca, doktor ve ilaç görüntülerine başvurmalıyız, yorulunca uyumak ve dinlenmek zorundayız. Bütün bu olayların ve hislerin yaratılışında sonsuz bir ilim ve hikmet vardır. İşte bu nedenle ilk bakışta bize bu şekilde görünen hayatın esas anlamını anlamak ve gerçeği görmek olayın ikinci, yani batıni yönüdür. Bu gerçeği keşfeden insan aslında Allah'tan bağımsız hiçbir gücü olmadığını, sadece zihnindeki dünya ile muhatap olduğunu ve tüm gücün Allah'a ait olduğunu anlar. Böylece hayata ve dünyaya gerçek değerini verir.   

TOLGA: Yani bu konuyu bilen bir insan da hastalanır, doktora gider, ilaç içer ama bunları yaparken aslında kaderini seyrettiğini, bu olaydaki hikmeti, hastalığı verenin ve iyileştirenin Allah olduğu fark eder ve tepkileri de buna göre olur değil mi?

MURAT: Tebrikler Tolga. Senin de söylediğin bu konu Şuara Suresi'nde şu şekilde bildiriliyor: "Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur." (Şuara Suresi, 78-82) Bütün gücün Allah'a ait olduğunu, Allah'tan başka dost ve yardımcı olmadığını anlayan insan bu sayede, Allah inancında ve ibadetlerinde tam bir samimiyeti yakalar. Bu olayın şuurunda olduğu sürece dünyanın yıkıcı ve bozucu etkilerinden kurtulmuş olur. İlaç içer ama iyileştirenin Allah olduğunu bilir. Yemek yer ama doyuranın Allah olduğunu bilir yani aynı hayatı yaşamaya, gerçeğin farkında olarak devam eder. 

SABRİ: Murat çok güzel, çok doğru söylüyorsun, ama şimdi beni bu dünyaya bağlayan evim, işim, bunca yıldır kazandığım mal mülk, ben ölünce adımı, soyumu devam ettirecek olan çocuklarım hakkında bir şey söylemedin. Eğer bu söylediklerini kabul edersem bunların asıllarıyla muhatap olmadığımı, yalnızca zihnimdeki kopyalarıyla muhatap olduğumu kabul etmem gerekiyor.

MURAT: Sabri Bey, isterseniz bugün biraz bu konuştuklarımız üzerinde düşünün ve yarın yapacağımız son sohbete mutlaka katılın. Çünkü yarın anlatacağım şeylerin büyük bir kısmı sizi ve sizin gibi düşünenleri ilgilendiriyor.

SABRİ: Tabii, zevkle katılırım. Zaten bu kadar açık bir gerçeği kabul etmemek niyetinde değilim; bu, göz göre göre gerçekten kaçmak olur. Ama tam olarak öğrenmek istediğim birkaç detay daha var. 

TOLGA: Herşeyin zihnimde oluşan algılar olduğu, dış dünya ile asla muhatap olamadığım, ruh ve Allah'ın varlığı konusunda benim aklımda bir soru işareti kalmadı, ama umarım konuyu daha da ilerletebiliriz. Bu arada ben de yeni sorular hazırlarım.

SİBEL: Murat, böyle muhteşem bir gerçek neden bazı insanları tedirgin ediyor?  Hem de gerçeklere karşı kulağını tıkamanın, gözünü kapamanın bir faydası olmadığı halde!

MURAT: Bunu düşünmek için bir gün vaktin var, yarın buluştuğumuzda sanırım bütün soruların cevabını vermiş olacaksın.